10 Aralık 2012 Pazartesi

KUYUCAKLI YUSUF

KUYUCAKLI YUSUF
Sabahattin Ali
Tür: Roman
Sayfa Sayısı: 215

Kitap hakkında hislerimi yazmadan önce yazarından bahsetmek istiyorum. Sabahattin Ali şair, hikaye, oyun ve roman yazarı; yaşamı boyunca hep yaşadığı dünyayı daha yaşanılabilir bir yer haline getirmek için mücadele veren bu amaçla kaleme sarılan, çağının önemli yazarlarından. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmeyi amaçladığı için güç ve iktidar sahipleri ile hayatı boyunca arası hep açık olmuş bir yazar. Örneğin 1932'de bir arkadaş ortamında Atatürk'ü eleştiren bir şiir okuduğu için tutuklanmış ve 1 yıl ceza almış. (Edip Akbayram'la özdeşleşen Aldırma Gönül'ü Sinop Cezaevi'nde cezasını çekerken yazmış.) 1933'te Cumhuriyetin onuncu yılı sebebiyle çıkan aftan yararlanmış ancak memuriyete geri dönmesi için Atatürk'ü gerçekten sevdiğini göstermesi istenmiş. Bu nedenle Varlık dergisinde Benim Aşkım adlı bir şiir yayınladıktan sonra, tekrar öğretmenliğe dönebilmiş.(Anlaşılan ileri demokrasimizin temelleri o zamanlara kadar uzanıyormuş.)

1937'de gerçekçi romanın en önemli örneklerinden biri olan ve bu yazının esas konusunu oluşturan Kuyucaklı Yusuf'u yayınlamış. 1940 yılında da milliyetçi faşizan çevrelerin tepkilerini çeken İçimizdeki Şeytan adlı romanını kaleme almış. Nihal Atsız'la (Alparslan Türkeş'le birlikte milliyetçi hareketin kurucularından) yaşadığı gerilim ve mahkeme süreci kamuoyunda oldukça fazla yer aldığından ve bu süreç sonunda Turancıların hedefi haline gelmiş.

Sıkıntılı günler geçirdikten, işsiz kaldıktan sonra Sabahattin Ali yine rahat durmayıp Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin'le birlikte Türkiye'nin ilk mizah dergisi olan Marko Paşa'yı çıkartmış (1946). Wikipedia'dan öğrendiğim kadarıyla bu derginin karikatürlerini de Mustafa Uykusuz çiziyormuş. Uykusuz karikatür tarihimizde sosyal içerikli karikatür çizen ve karikatürü eleştiri aracı olarak kullanan ilk kişi olmuş.. (Her hafta mutlaka aldığım Haftalık mizah dergisi Uykusuz'un ismi muhtemelen ondan geliyor. Gelmiyorsa bile güzel bir tesadüf olmuş.)

Marko Paşa, ismindeki Paşa sözcüğünden dolayı milli şef İsmet Paşa ile dalga geçildiği gerekçesi ile defalarca toplatılmış. Hatta piyasaya "toplatılmadığı zamanlarda çıkar" "yazarları hapishanede olmadığı zamanlarda çıkar" şeklindeki ifadelerle sürülürmüş. Marko Paşa kapatılınca da kapatıldıkça yenisi gelen Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa, 7-8 Hasan Paşa gibi isimlerle başka dergiler çıkarılmaya devam etmiş. Paşa'ya hakaret ettiği düşünülen Sabahattin Ali 3 ay ceza almış ve ne tasadüf ki "Paşa Kapısı" cezaevine gönderilmiş.


Sabahattin Ali'nin muhalif olmanın getirdiği maceralı hayatı 2 Nisan 1948'de Bulgaristan sınırını geçmek isterken sınırı geçirmesi için anlaştığı kamyoncu tarafından öldürülmesi ile, belki de en verimli döneminde, 41 yaşında son bulmuş. Kendisini öldüren kamyoncunun o dönem Nihal Atsız (Turancı Faşist, detay için bknz: wikipedia) davası dolayısıyla kendine cephe alan Milli Emniyet Mensubu olduğu ortaya çıkmış. Katil yalnızca bir kaç hafta cezaevinde kalıp afla serbest kalmış. (Demokrasimiz yanında, derin devletimizin de temellerinin sağlam olduğunun bir başka kanıtı olsa gerek)

Şiirlerinden Aldırma Gönül, Leylim Ley, Eşkıya Dünyaya, Göklerde Kartal Gibiyim, Geçmiyor Günler ve Benim Meskenim Dağlardır Dağlar ve daha bir çoğu bestelenmiş.
Kuyucaklı Yusuf'u okuduktan sonra yazarı hakkında yaptığım kısa araştırma ile yukarıdaki bilgileri öğrendim ve yazara daha bir saygı duydum. Bu zamana kadar öğrenmediğime, Sabahattin Ali okumadığıma üzüldüm. Sonra üzüldüğüme üzüldüm. Göz yaşıma dalıp dalıııp..(Mirkelam'dan Hatıralar da güzel şarkıdır)


Sanırım artık kitaptan bahsedebilirim.

Okuduğum romanlar içerisinde Kuyucaklı Yusuf için çaresizliğin, kıstırılmışlık duygusunun en güzel anlatıldığı romanlardan biri diyebilirim. O kadar gerçekçi bir dille yazılmış ki bitirdiğim zaman adeta bir yumru geldi boğazımda düğümlendi, bir müddet yutkunamadım. Hikâyenin beni bu kadar içine çektiğini de ancak o zaman fark edebildim. Kısacası hüzünlüydü, etkileyiciydi.


Çaresizliğin romanı dedim çünkü hayatında bir şeylerin değişmesi gerektiğini fark eden ancak bunun için ne yapması gerektiğini bilmeyen, bulamayan, sürekli arayış içerisindeki Yusuf'un hüzünlü hikayesi anlatılmakta romanda. Yusuf, toplumun, ailesinin, imkansızlıklarının ona dayattığı hayatın kendisine ait olmadığını sonuna kadar hissediyor ancak farklı nasıl yaşanır, ne yapmalı bilemediğinden yaşayıp gidiyor işte. Elinde olmayan sebeplerle kendisini bulduğu ortama, işine, kısacası hayatına dayanmaya çalışıyor ama hiç bir zaman hiç bir yere ait hissedemiyor kendini.


Kitap II. Meşrutiyetin ilan edildiği yıllardan I. Dünya savaşına kadar Anadolu'da bir kasabada cereyan eden olayları konu alıyor. Anlatımından dolayı kimi zaman Reşat Nuri Güntekin’den bir kitap okuyormuş havası da veriyor. Tabii kasaba gerçeğini tüm acımasızlıklarıyla, haksızlıklarıyla vermesiyle ondan ayrıldığını belirteyim. Kasabada devletin asıl sahipleri olan zengin eşraf takımının kaymakamla, askerle olan kirli ilişkileri, ahlaksızlıkları, bunun yanında halkın nasıl manipüle edilip bunlar karşısında çaresiz bırakıldığı  tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor.


Kuyucaklı Yusuf’un  hikayesi okuru sürekli artan bir şekilde geriyor, şaşırtmaktan ziyade bir sonraki sayfada neler olabileceği rahatlıkla tahmin edilebiliyor. Bu söylediğim bir kitap için iyi bir özellik gibi görünmese de okur üzerindeki gerilimi arttırması nedeni ile etkili kullanılmış olduğunu söyleyebilirim. Ancak Yusuf’un çaresizliği gibi okur da göz göre göre gelen olaylara müdahale edemeyip çaresiz kalıyor. Bu durum okurun, yerli drama dizisi izleyen büyük annelerin az sonra tecavüze uğrayacak bir karakter için “kızım girme oraya kaç kaç”, ya da “ tüüü gitti gitti” şeklindeki tepkilerine benzer tepkiler vermesine yol açıyor. En azından benim için böyle oldu. Muazzez’i tüm uyarılarıma rağmen kötü kalpli annesinin elinden kurtaramadım. Gitti gitti. Şaka bir yana bu ve benzeri tepkileri düşündürtmesi bile kitabın okuru nasıl sarmaladığının bir kanıtı olarak değerlendirilebilir sanırım. 

Son olarak şunu söyleyebilirim ki Sabahattin Ali Kuyucaklı Yusuf’un hikayesinde bir parça kendi hikayesini de anlatmış. Hikayenin geçtiği mekanların Sabahattin Ali’nin bildiği, yaşadığı mekanlar olmasından, kendi babasıyla Kuyucaklı Yusuf’un babasının aynı adı taşımasından ya da kısa ömrü boyunca Kuyucaklı Yusuf gibi dünyayı algılama çabası içinde yalnız ve muhalif oluşundan bu çıkarım yapılabilir. Kuyucaklı Yusuf romanı kanundan kaçan Yusuf’un bir bilinmeze doğru ilerlemesi ile son bulur. Sabahattin Ali ise Bulgaristan sınırında ülkeden kaçmak isterken adice öldürülür. Bu belki de Yusuf’un hikayesinin de hazin sonu olur.

8/10

2 Aralık 2012 Pazar

BİZ

BİZ
Yazar: Yevgeni Zamyatin
Çeviri: Algan Sezgintüredi
Kategori: Roman, Bilim-kurgu
Sayfa Sayısı: 246
Orwell'in 1984'ünü, Ursula K. Le Guin'in Mülksüzler'ini ya da Yerdeniz serisini okuduktan sonra "BİZ" kesinlikle bünyede  yavan bir tat bırakıyor ve bir şeyler eksik kalmış duygusu uyandırıyor. Kitabın arka kapağında  Le Guin "şimdiye kadar yazılmış en iyi bilim-kurgu roman, klasik bir karşı ütopya" diye yazmış.  Le Guin mütevazilik göstermiş olsa gerek, şimdiye kadar değil de "o güne kadar" demeliymiş. Gerçekten de kitabın önemi yazıldığı koşullar ve yazıldığı tarih düşünüldüğünde ortaya çıkıyor.  Orwell'in 1984'ünün 1949'da ve  Le Guin'in  Mülksüzler'inin 1974 yılında basıldığını düşünürsek, bahsettiğim kitaplar için kesinlikle ilham kaynağı olarak gösterilebilecek BİZ'in 1920'de "yazılması" gerçekten etkileyici. Yazılması dedim dikkat ederseniz çünkü Rusça yazılan kitap Rusya'da hiç yayınlanamıyor. Nedenini az sonra açıklayacağım biraz sabır.

Yevgeni Zamyatin BİZ'i yazmamış olsa 1984 kesinlikle bildiğimiz 1984 olamaz, Ursula K. Le Guin belki de bilim-kurgu ya da distopya yerine çocuk kitapları yazıyor olurdu. Yok bu sonuncusu olmazdı herhalde. Ancak her iki yazar da epey etkilenmişler Zamyatin'den belli, iyi ki de etkilenmişler ayrıca. Böyle düşününce edebiyatın sürekliliği ve nesilden nesile üzerine koyularak bugünlere gelinmesi daha bir büyülüyor insanı. Vay diyorsun 1984'ü okurken aslında bir parça da BİZ'den okumuşum ya da bunun gibi şeyler işte. Çok duygulandım kelimelerle anlatamıyorum.

Neyse çok dağıtmadan kitaptan devam edeyim. BİZ'in 1920'de yazılmasından belki de daha önemlisi o yıllarda Rusya'da (Sovyetler Birliği'nde) yazılabilmiş olması. Ekim devriminin henüz üçüncü yılında özellikle toplum mühendisliği çalışmalarının yapıldığı sıralarda, tam da bunu hicveden bir eser yazmak her babayiğidin harcı olmasa gerek. Yat saatinden, kalk saatine, spor saatinden kimle kaç dakika seks yapılacağına dair, hemen her işin devletin bilgisi dahilinde yapıldığı, 1984'deki big brother gibi, devletin her yurttaşı adım adım izlediği uzak gelecekteki bir tek  devletten bahsediliyor romanda. Mutluluğun kaynağının matematikte, bilimde, mantıkta olduğu bunun dışındaki herhangi bir duygunun "mantıksız"lığından bahsediliyor, hayal gücünün gereksizliğinden. O kadar ileri gidiliyor ki ister istemez gerçeklikten uzaklaşıldığı ve düzene eleştiri yapıldığı hissini veriyor. İşte bu nedenle Rusya'da hiç bir zaman yayınlanamıyor.

Kitapta tek devletin makine gibi işleyen düzeni içerisinde en ufak bir farklılığın olmasına müsade edilmiyor ve farklı olan hastalıklı kabul edilip yok ediliyor. Böyle bir ortamda filizlenen bir aşk ve bir özgürlük hareketinin hikayesi ya da umudun hikayesi diyebilirim BİZ için ya da belki de BİZ'den BEN'e geçişin hikayesi demeliyim.


Kitaptan hoşuma giden ve not ettiğim iki parçayı yazmak isterim:
" Devrimler sonsuzdur. Bu sonuncu lafım çocuklara. Sonsuzluk çocukları korkutur ve çocukların iyi uyuması şarttır."
"Çocuklara bir şey anlatırsın, baştan sona her şeyi anlatırsın ve yine aynı şeyi sorarlar: Sonra? Sonra ne olur? Çünkü çocuklar en gözüpek filozoflardır. Ve gözüpek filozoflar her daim çocuk kalır."


Bilim kurgu yazarları için gelecekte ve bu dünyada geçen bir roman yazmak belki de alınabilecek en büyük risklerden biridir. Teknolojinin insanlığı nerelere götürebileceğini kestirip bir şeyler yazmak gerçekten de güç bir iştir. BİZ'de uzay aracının matematiksel hesaplamalarının tek kişinin sorumluluğuna bırakılması ve hesaplamaların kağıt kalemle yapılması, halen mektupla haberleşilmesi gibi noktalar günümüz okuyucusunun gözünden kaçmayacak, belki de kimileri için rahatsız edici bulunabilecektir. Ancak bir çok distopik eser için öncül olarak kabul edilmesi gereken bu kitabı yazıldığı şartları ve tarihi göz önüne alarak değerlendirirsek,   böyle bir eser yarattığı ve kitaptaki kahramanın aksine, her şeye rağmen hayal kurmaktan vazgeçmediği için Zamyatin'e teşekkür etmemiz gerekir.


Güzel kitap, okunası kitap.


6/10 

11 Ekim 2012 Perşembe

CEBELAVİ SOKAĞI'NIN ÇOCUKLARI
Yazar: Necib Mahfuz
Çeviri: Leyla Tonguç Basmacı
Kategori: Alegorik Roman
Sayfa Sayısı: 453

İtiraf edeyim, Necib Mahfuz ismiyle ilk kez bundan birkaç hafta önce Cumhuriyet Kitap ekinde karşılaştım. Nobel edebiyat ödülünü kazandığını ve ardında 34 roman 300'ün üzerinde hikaye bıraktığını öğrenmem ile de en kısa zamanda Necib Mahfuz okumalıyım diye düşündüm. Cumhuriyet Kitap'ta yazarın ülkesinde uzun yıllar yasaklı olduğundan bahsedilmesi (yasaklı kitapları severim), üstüne üstlük peygamberlerin hayatlarını alegorik bir şekilde anlattığı belirtilen Cebelavi Sokağı'nın Çocukları kitabının  tanıtımına yer verilmesi, kitabı alışveriş sepetime eklememe yetti. Şimdi kitabı okuduktan sonra, Mısır'ın Balzac'ı olarak da bilinen bu büyük yazarla tanışmış olmanın mutluluğu içerisinde, iyi ki o gün kitap ekini almışım, iyi ki mahalle bakkalının önünden geçerken o günün  perşembe olduğu aklıma gelmiş, iyi ki cebimde bozuk 1 lira (tarihe not düşelim:Cumhuriyet 1 TL) varmış diye düşünüyorum.

Cebelavi Sokağı'nın Çocukları kitabı her biri aynı soydan, Cebelavi'nin soyundan gelen Ethem, Cebel, Rıfat, Kasım ve Arif'in hikayelerinin anlatıldığı beş ana bölümden oluşuyor. Beş bölümde de bölüme adını veren kahramanların hikayeleri birbirine benziyor, Cebelavi'nin (Tanrı'nın) mallarının yönetimi ve adaletli dağılımı için mücadeleleri konu ediliyor. Hikayeler birbirine o kadar benziyor ki okurken "eee bu bir önceki hikayeyle aynı sanki". "Ne gerek vardı bu bölüme" "kimler nobel alıyor, ne günlere kaldık kardeşiiim" tarzında düşünceler geçmedi değil aklımdan. Ancak bir yandan da kendi kendime "koskoca nobel ödülünü almış yazar, vardır bir bildiği, sabret" diye telkinde bulunduğumdan sonuna kadar heyecanımı canlı tutarak okumayı başardım diyebilirim.

Kitabı bitirdiğimde karakterleri sınırlı dini bilgimle dinler tarihi kahramanları  ile örtüştürmeye uğraştım. Cebelavi (Tanrı), Ethem (Adem), Cebel (Musa), Rıfat (İsa) ve Kasım (Muhammed) ile çok güzel örtüştürdüm. Kitap kronolojik gittiğinden son kısımdaki Arif'i ise doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı. Hz. Muhammed "benden sonra peygamberim diyen şerefizdir, yüz vermeyin" deyip o yolu kapadığından "Arif de kim ola ki?" diye düşündüm. Mısırlı müslüman kardeşlerle empati yapıp"Vay kafir sen Muhammedin üzerine kimi getirdin de Peygamber ettin" diye Necip Mahfuz'a bir an celallendim. "Bu Arif'in dini neymiş genç müslümanlara ne gibi yenilikler getirmiş ola ki?" şeklinde de hafiften bir merak durumuna haiz oldum. "Son peygamber", "şarlatan", "last prophet after Mohammed", vs vs tarzında google'da yaptığım aramalardan bir sonuca varamayınca, daha doğrusu Arif''in hikayesi ile örtüştürecek bir hikayeye rastlayamayınca kitabın kendisi hakkında başka kaynaklarda neler yazılmış diye araştırmaya karar verdim. Nihayet, Ayşe'nin kitap klubü diye buradakinden çok daha profesyonelce hazırlanmış bir blogda Arif'in peygamber yerine ilim irfanı temsil ettiğini okudum. O an bir aydınlanma yaşadım. O anı düşündükçe hala huşu içinde titrerim. Vuuuv. Gene titredim.

Kitaptaki bölümlerin birbirlerine benzemeleri üzerine de izin verirseniz bir kaç kelam etmek isterim. (İzin verirseniz dedimse lafın gelişi, blog benim değil mi ne istersem yazarım arkadaş) Yine de nezaketi elden bırakmadan, sinirlenmeden okuyalım lütfen. Ne diyordum, evet kitaptaki bölümler birbirine benziyor. Ancak dinler tarihine göz atınca şunları görüyoruz; aynı coğrafyadan çıkmış, birbirine benzeyen, birbirinden beslenen öğretiler, ataerkil toplum düzeni, düzeni ve düzüleni ile nesiller boyu değişmeyen tarihin tekerrür ettiği bir coğrafya. Hal böyleyken Necip Mahfuz ne yazsın? Yalan yanlış mı yazsın? "Artık düzülen yok" mu desin. Adam yazmış; güçlü olan her daim haklı olmuş, tarih boyunca zayıfları sömürmüş. Zayıf olanlarsa sömürmenin sömürülmenin kendisini sorgulayıp düzeni değiştirmeyi akıllarına getirememişler, zulümden kurtulmak için hep bir kurtarıcı beklemişler, hep bir kahramanın başarısına ve sonra da insafına duacı olmuşlar. Düzenin kendini sorgulamadıklarından peşine takıldıkları kurtarıcılarının ömrü kadar olmuş adaletli düzenlerinin ömrü de. Sonra yine sömürülmüş, yine zulmedilmişler. Ya da gücü ellerinde bulundurduklarında rolleri değişip bu kez zulmeden olmuşlar.
Necip Mahfuz tarihin tekerrürden ibaret olduğunu o birbirine benzeyen sıkıcı sayılabilecek bölümleri yazarak anlatmış. Necib Mahfuz anlatmaya çalıştığını, kitap içindeki herhangi bir sözcüğe dökmeden, ama bütün olarak bir "kitap oluşturarak" anlatmış, anlamı kitabın bütününden çıkarılan bir eser yaratmış. Böylece kitabın içinde yer alabilecek en güzel cümleden bile daha güzel hale getirmiş anlattığını.Bu açıdan bakınca daha bir sevdim kitabı.

Son bölümde Cebelavi'nin ölmesi ile artık dine ihtiyaç kalmadığı, insanları sömürmek için teknolojiye (yani güce) sahip olmanın yeterli olduğu gibi bir sonuç çıkarılabilir. Bu durumda dinin insan hayatındaki etkisinin giderek azalması beklenebilir. Günümüzde dünya genelinde tam tersi bir eğilim söz konusuyken yazarın bu tezinin, ilk tahlilde, doğru olmadığı sonucuna varılması çok da güç değildir.
Günümüz modern toplumunda, dinin toplumsal hayata etkisindeki artışın temellerini Fransız devrimine kadar uzatmak mümkündür. Burjuvazinin iktidara gelmesiyle birlikte, eskiden salt güce boyun eğen kitlelere, tarihsel bir zorunluluk olarak, seçme hakkının verilmesi, bu kitleleri kontrol edebilmek için artık kaba kuvvetin yerini ahlaki telkinlerin almasına yol açmıştır. Kitleleri ahlaki açıdan kontrol etmek için en etkili yöntem de şüphesiz ki yüzyıllardır din olmuştur. Bu nedenle Fransız ihtilali ile başlayan süreçte, ölmek üzere olan din modern dünyada yeniden canlandırılmıştır.

Dinin toplumsal hayata etkisini arttırmasının bir diğer sebebi de vahşi kapitalizmin kendisi olarak düşünülebilir. Marx'ın deyişiyle din,  kapitalizm çarkları altında ezilen kitleleri avutan "sığınılacak bir liman" işlevi görmektedir. Limana sığınanların sayısı kapitalizmin vahşetine koşut olarak artmaktadır. Ancak unutulmaması gerekir ki; dinin şevkatli kollarına sığınmak düzenin sefilliğinin göstergesi olmakla birlikte aynı zamanda bu sefilliğe karşı bir protestodur da. 

Marx, dini kapitalist düzenin zincirlerini maskeleyen hayali çiçeklere benzetmiş, zincirlerinin farkına varılması için, din eleştirisini her türlü eleştirinin ön koşulu olarak görmüştür. Kitap yukarıdaki değerlendirmeler ışığında ele alınırsa, kitabın insanlığın Fransız devrimine kadar aldığı yolu anlattığı kabul edilmelidir. Cebelavi'nin ölmesi ile bir bakıma din eleştirisi yapıldığı , hayali çiçeklerin ortadan kaldırılması ve avuntuya yer vermeyecek, sığınılacak liman bırakmayacak şekilde, sömürü zincirlerinin ortaya çıkmasından bahsedildiği söylenebilir. Bu haliyle kitap henüz tamamlanmamış bir kitaptır. Zincirlerin üzerinin yeniden hayali çiçeklerle örtüldüğü (günümüz dünyası) ve zincirlerin farkına varılıp kopartıldığı (uzak gelecek) kısımları da eklenirse ancak tamamlanmış olabilecektir.

Belki de bir gün zincirlerin koparıldığı, düzenin kendisinin sorgulandığı bir zaman da gelir ve bir başka yazar tarafından kitabın sonuna ekleniverir.

8/10





30 Eylül 2012 Pazar


KÖR BAYKUŞ
Yazar: Sadık Hidayet
Çeviri: Behçet Necatigil
Kategori: Roman
Sayfa Sayısı: 95

Sadık Hidayet’in 1. Tekil şahısla ve son derece samimi bir dille, adeta günlüğüne yazar gibi anlattığı, kahramanın karanlık dünyasını, çok etkileyici bir şekilde betimleyen romanı. Neyin gerçek neyin hayal olduğunun birbirine girdiği, zamansal ve mekansal sürekliliğin olmadığı bir kitap.

Kitapta  roman kahramanımız acılarını dindirmek üzere afyon kullandığını belirtiyor. Zaman ve mekandaki kopuşlar belli ki afyonun  etkisinde kaldığı zamanlarda kendini gösteriyor. Etrafındaki kişiler, odasındaki objeler ise  zihninin hastalıklı süzgecinden geçip bambaşka şekillerde algılanıyor ve kahraman adeta bir sanrılar dünyasında yaşıyor.

Her bir cümlesi özenle düşünülmüş, ince ince dokunmuş bir kitap.Behçet Necatigil'in de kusursuz çevirisini de es geçmemek gerekiyor. "İyi ki okudum" dediğim kitaplardan.

 Kitaptan işaretlediğim bazı bölümler :
  
“Sonra, yaşlı servinin dibine, kumlara uzandım. Rüyaların kesik kopuk, anlaşılmaz sözleri gibi şırıldıyordu su. Ellerimi, kendiliğinden, nemli sıcak kuma soktum. Avuçlarımda sıktım nemli sıcak kumları. Suya düşmüş de çamaşırları değiştirilen bir kız vücudunun diri eti gibiydi kum.”

“Dua sırasında gözlerimi yumdum, ellerimi yüzüme kapadım, bir gece yarattım kendime, bu gecenin karanlığında bir rüyada gibi sorumsuz, kendi duamı okudum. Fakat sözcükleri huşu içinde söylenmedi bu duanın. Çünkü ben Tanrı’yla, Yüce Varlık’la değil, sevdiğim tanıdığım birisiyle konuşmaktan hoşlanıyordum! Çünkü benim çok yükseğimdeydi Tanrı.”

“Ah, keşke ölümün eşiğinde olanların hepsi, bu benim gördüklerimi görselerdi! Bazan bunu da düşündüm. Istırap, korku, dehşet ve yaşama arzusu, hepsi bitmişti bende. Bana telkin ettikleri dini inançlardan kurtulmuş, huzura ermiştim. Tek tesellim, ölümden sonra hiçlik ümidiydi; orada tekrar yaşamak düşüncesi içime korku salıyor, beni hasta ediyordu... “

Güzel kitap, bir daha bir daha okunası kitap.

8/10

23 Eylül 2012 Pazar

YEDİNCİ GÜN

YEDİNCİ GÜN
Yazar: İhsan Oktay Anar
Kategori: Fantastik Roman
Sayfa Sayısı: 240

İhsan Oktay Anar'ın haddinden fazla uzun yan hikayeler ve laf kalabalıklarıyla beni boğduğu, bir kaç kez yarım bırakma aşamasına gelip bırakmamak için kendimi zorladığım ve kimi yerlerini hızlıca geçerek ancak bitirebildiğim "olmamış" romanı.

İhsan Oktay Anar özellikle "Amat" ve "Puslu Kıtalar Atlası" romanları ile büyük beğenimi kazanmış bir yazar. Bu yüzden Yedinci Gün'den de beklentim büyüktü doğrusu.  Bu yüksek beklentim ya da kitaplarıyla ilk karşılaştığımda bana heyecan veren, altında uzun araştırmaların ve yoğun bir emeğin yattığı o terimlerle dolu, süslemelerle bezeli dile artık çoktan alışmış olmam, kitap hakkındaki hayal kırıklığımın sebepleri oldu belki de.

Birazdan kitaptaki bölümlerle birlikte eleştirilerimi sunacağım ancak  kitabı okumayanlar için yer yer heves kaçırıcı bilgiler bulunabilir. Bu durumu önlemek için özellikle son paragrafı okumayabilirsiniz.

Kitap "Baba" "Oğul" ve "Hayalet (kutsal ruh)" olarak isimlendirilmiş üç bölümden oluşuyor.
Baba adını taşıyan ilk bölüm oldukça etkileyici bir şekilde başlıyor. Bu kısmı okurken bir an yazarın Cristopher Nolan'ın "Doodle Bug" adlı kısa filminden esinlenmiş olabileceğini düşündüm. Hala da öyle düşünüyorum. Bu vurucu sayılabilecek girişin, kitabın anlatmak istediği ana hikayeden kopuk olduğunu ise belirtmeden geçemeyeceğim. Sanki sadece iyi bir hikaye olduğu için başa konulmuş, bi şekilde sonradan yamanmaya çalışılmış gibi yapay durmuş. Keza, Paşaoğlu'nun hikayesi de öyle. Yazar Paşaoğlu'nun hikayesini epey geliştirip ilerletmişken pat diye yarıda kesip İhsan Sait'i işin içine sokarak kitabın bütünlüğüne zarar veriyor kanımca. Paşaoğlu hikayesine, oldukça sündürdükten hatta başlı başına bir roman olmaya doğru ilerletmesinden sonra bir yerde dur demek istiyor belki de. O zamana kadar ana kahraman zannedilen Paşaoğlu özensizce iki cümle içinde devre dışı kalıp kenara itiliveriyor. Bu noktadan sonra ortaya çıkan İhsan Sait ise romanın ana karakteri oluveriyor.

Paşaoğlu'nun imana geliş hikayesi ilk bölümde en çok sürükleyen kısımdı diyebilirim. Romanın geri kalanının büyük bir kısmına ev sahipliği yapan demir minarelerin ortaya çıkışı da yine bir iki cümleyle geçilmese daha tutarlı bir bütünden bahsedebilecektim. İhsan Sait'in demir minarelerdeki düzenekle internet henüz keşfedilmemişken online satranç oynaması, Alman satranç ustası ile yaptığı ve felsefi bir soru yardımıyla (İhsan Oktay Anar'ın felsefe hocası olduğunu hatırlatırım) onu mat edişi, gelecekte onu bekleyen sevgiliden aldığı mektup ve sevgiliye kavuşmak için yaptırdığı zaman makinesi bu bölümde akılda kalanlardan. Sarıkamış'ta yaşanan dramı da kendi üslubunca anlatan yazar bu kısımda Enver Paşa'ya "ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum" dedirterek neye gönderme yapmış tam anlayamadım. Yine bu kısımda yazar kendini tutamayıp savaş hakkındaki görüşlerini Enver Paşa'ya karşı çıkma cesareti gösteren bir erin ağzından dile getiriveriyor. Kendini tutmuş olsa daha iyiydi sanki.

İkinci ve üçüncü bölüm ilkine göre daha kısa olmasına rağmen takibin daha zor olduğu bölümler olmuş. İkinci bölümdeki insanlık tarihinin anlatıldığı bölümde İhsan Oktay Anar'ın kendine has esprili üslubuna şahit oluyoruz. Örneğin Şeytan'ın insana secde etmeyip ilk isyanı gerçekleştirdiği kısım şöyle anlatılmış: Tekvinhane malikinin (Allah) ısrarına rağmen Ateşçi ustası, çiftçilikle uğraşan Ademoğluna hürmet etmez.Üstüne üstlük türlü oyunlarla onu ayartmaya çalışır. Benzer şekilde; Brütüs'ün imparator Sezar'ı arkadan vurması hikayesi de , Sezar'ın  utancından kimseye nerede olduğunu soramadığını sevgilisini bulmak için Sende mi (de birleşik) Brütüs? diye sorduğu şekilde anlatılmış.

Son bölümde ortaya çıkan İdrisoloji bilimi ve ari ırka erişme çabasıyla İdsis Amil Zula'dan döl çalma entrikaları fena değil ancak yine ana temadan uzaklaşan hikayeler. İhsan Oktay Anar'ın natüralizmin babası Emile Zola (Amil Zula)'ya olan hayranlığını da bu kısımda İhsan Sait'in konuşmalarından çıkarabiliyoruz.Yazar kitabın en sonunda konuyu çok dağıttığının farkında olacak ki kitapta geçen hikayeleri toparlama gereği hissedip kısa bir özet geçiyor. Son sayfada kitabın kusurlarını müderrislere (eleştirmenlere) sadaka olarak bıraktığını belirtmesi ise peşinen dilenen bir özür gibi.

Son olarak kitabın adının neden 7. Gün olduğunu anlıyoruz. Elimizde tuttuğumuz kitabın İhsan Sait tarafından Yedi Uyurlar'a toplam 6 günde yazdırıldığını ve 7. gün ise İhsan Sait'in yorulduğunu ve dinleneceğini okuyoruz. Kitapta tüm insanlık tarihine kısaca da olsa değiniliyor olması bu altı günde olanların özeti gibi aslında. Bu kısımdan Yazar'a yaratma ediminden dolayı tanrısal bir önem addettiğini çıkarsamak da mümkün.   Şu an ise 7. günü yaşıyoruz. Artık dinlenme ve sevgiliye kavuşma vakti. Bu kitabın beş yıl gibi bir sürede çıkmış olmasına bakarsak hakikaten de yazar uzunca bir süre dinlenecek gibi.

Not: 6/10

19 Eylül 2012 Çarşamba

Küçük kağıtlara aldığım notlardan kurtulmaya çalışıyorum. Yanda sanırım "muhafazakar sanat olur mu? olmaz mı?" tartışmalarının yaşandığı bir dönemde takvim yaprağının arkasına aldığım küçük not görülüyor. Ne zaman nereden okumuşum da yazmışım hatırlamıyorum.

Bugünkü (19/09/2012) gazetelerde hükümetin baskısıyla devlet tiyatrosunda daha önce planlanın aksine Nazım Hikmet oyunu yerine Necip Fazıl'dan bir oyunu sahneye koyacağını okumamla bu notu buraya yazmaya karar verdim.

"Sanat gündeliğin karşısına dikilecek olandır. Yaşanan kültürün karşısına dikilmiş olan bir karşıt kültürdür. Egemenin dayattığı dünya tahayyülüne bir reddiyedir. O açıdan sanat da, sanatçı da bizatihi özleri itibari ile devrimcidirler. başka bir dünya yaratmaya soyunmasıyla tanrısal, mevcut hayat ile ilgili sorunlardan ortaya çıkmasıyla eleştirel olmak durumundadır."


18 Eylül 2012 Salı

TEMBELLİK HAKKI
Yazar: Paul Lafargue
Çeviri: Feyyaz Şahin
Kategori: Deneme
Sayfa Sayısı: 88

İnternetten almasam kapağını gördüğümde muhtemelen almaktan vazgeçerdim. En çok 6 yaş grubuna hitabeden bir kitap izlenimini veren iğrenç bir fontla yazılan "tembellik hakkı" hemen altında da resimde görüleceği üzere tembellik yapan bir köpek illüstrasyonu var. kitap içeriği tembelliği böylesine överken kapağında tembellik yapanın bir köpek olarak gösterilmesi de bir diğer dikkat çekici nokta. Kapağın bu denli özensiz olması 2010 ilk basım (1000 adet) olmasına rağmen 2012'de neden halen ikinci baskıyı yapamadığını da anlaşılır kılıyor bence.

Lafargue kapitalist uygarlığın hakim olduğu ülkelerdeki işçi sınıfının "çalışmak hakkımızdır, engellenemez." düşüncesinde olmasını onur kırıcı ve utanç verici bir tutum olarak görüyor. Savaşmak ve devlet idaresi dışındaki tüm işleri insalık onuru için onur kırıcı olarak görüp kölelere yaptıran eski Yunan'dan ve Roma'dan  örnekler verip, günümüzde ise (1800'lerin sonunda yani) özellikle makine endüstrisinin gelişmesi ile daha da rahata erecekken durmadan çalışmak isteyen işçi kesimini eleştiriliyor. herhangi bir iş için birbirini ezen 12-14 saat çalışıp, yiyip içip eğlenmek yerine hayatı kendine zehir edenleri anlayamıyor.
Marx'ın güveyi (kız kardeşinin kocası) olan Lafargue'nin ağır çalışma şartları ve uzun mesai saatlerinden işçileri sorumlu tutması ve sebep olarak çalışma aşkını ileri sürmesi nerden baksan tutarsızlık nerden baksan ahmakça. İş iş diye birbirini ezen insanları eleştirip bunu yaratan şartları masum göstermek Marx'ın güveyine yakışmadı. Marx'a kardeşine daha hayırlı bir kısmet bulamadın mı diye sormadan edemiyor insan. Yazık:)

Kitap hakkında, Lafargue'nin desteksiz ithamlarına maruz kalan zavallım işçi sınıfının burjuvazinin tarih sahnesindeki önemi arttıkça nasıl daha da kötü şartlar altında çalışmaya zorlandığını; kilisenin etkisini yitirmesiyle eskiden yılda 90 gün + 52 pazar + 38 gün olan tatillerin nasıl kırpıldığını ve çalışmanın bir erdem olarak yine kilise tarafından ya da diğer ahlakçılarca nasıl öğreti haline getirildiğini öğrenmem bakımından yararlı oldu diyebilirim.
Son söz: Kapak rezalet. Editörlük de yerlerde sürünüyor, özensiz. Bir sürü yazım hatası mevcut. Okunur mu? okunuyor işte. Hem kısacık 88 sayfa.
CALLISTO
Yazar: Torsten Krol
Çevirmen: Imge Tan
Kategori: Çerezlik
Sayfa Sayısı: 440

Kahramanımız Odell Deefus'un orduya katılmak üzere çıktığı yolda başına gelen, yanlış anlamalar ve küçük yalanların yol açtığı büyük ve çoğunlukla talihsiz olayları anlatan bir kara mizah.
Odell Deefus kendi deyimiyle budala değil. Çünkü Yavru Geyik gibi Pulitzer ödülü almış bir kitabı hem de tam 16 kez okuyabilmiş birisi budala olamaz. Kitap karakterin saflıkla yaptığı buna benzer çıkarımlar ile akıcı bir şekilde kendini okutmayı başarıyor. Kahramanın ağzından çıkan ve o an için önemsemediği bir kelimeden, yanlışlıkla bulaşmış olduğu basit bir cinayet soruşturması bambaşka bir hal alıp Amerikayı tehdit eden bir terör saldırısına dönüşebiliyor. Özellikle 11 Eylül sonrası Amerika'nın halet-i ruhiyesini  hicvetmede başarılı. Amerikan başkanlığına giden yolda adayların kirli ilişkileri, tarikat benzeri yapılanmaların siyasetle ilişkisi ve terör olaylarında kişinin şüpheli sıfatını kazanması ya da sanık sandalyesine oturtulması için müslüman olmasının neredeyse yeterli bir sebep olarak görüldüğü paranoyak ortam güzel bir şekilde tasvir ediliyor. Kara mizah özellikle kitabın sonlarına doğru Deefus'a işkence yapıldığı kısımlarda öne çıkıyor. deefus öldüresiye dayak yerken hem dayak atıp hem de "kafasına vurmayın" diyen birine minnet duyabiliyor. (Stockholm sendromu) İşkence bölümleri gerçekten yürek dağlayıcıydı.

Not: Kitabın giriş kısmında yazar hakkında hiç bir bilgi olmadığına dair ifade ile yaratılan mistik havanın nedeni, hikaye okunup bitirildikten sonra anlaşılabiliyor.

Okunabilir. Çerezlik.
Not: 5/10

7 Eylül 2012 Cuma

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş (Jose' Saramago 11/02/2012)

98 Nobel Edebiyat ödülünü almış yazarının yarattığı yüksek beklentiden mi bilmem, kitabın başlarındaki epey sıradan anlatım biraz hayal kırıklığı yarattı. Konusunun ilginçliği ve dilinin samimiyeti ise kitabı yarım bırakmayışımın sebepleri oldu. 
Ölüm bir ülkede bir süreliğine işlerini askıya alıp, insanoğlunun her zaman hayalini kurduğu ölümsüzlük duygusunun yaşanmasına izin veriyor. Başlangıçta ölümün olmadığı ülkede her şey yolundaymış gibi gözükse de sosyal devlet zamanla çöküşe giriyor ve çeşitli sektörlerin (cenaze levazamatçıları, sigorta sektörü, huzurevi çalışanlarıvs vs vs) isyanlarına ve bildirilerine tanık oluyoruz. Bu bölümler gazetelerdeki düz haber formatında verildiğinden epey sıkıcı. Sonra ölüm karar ve yöntem değiştirip yeniden işe başlıyor. Ölecek olanlara mor zarflar gönderip 1 hafta sonra canlarını alacağını bildiriyor. Yolladığı zarflardan bir tanesi gizemli (?) bir şekilde sahibine ulaşmayı reddediyor ve ölüm ilk kez vadesi gelmesine rağmen birinin (viyolonselci) canını alamıyor. Sonrasında ölümün psikolojik halleri ve çekici bir kadın kılığında viyolonselciye yaklaşıp mor zarfı vermek için yaptığı planlar ve viyolonselcinin basit yaşamından kesitler anlatılıyor. Ölüm zarfı veremiyor, zarfı kibritle ( aslında gerek duymazdı ya kibrite) yakıyor ve ölümlü olmayı tercih edip işlerini aksatıyor. Ertesi gün kimse ölmüyor.

Konu olarak ilginç yer yer gizemli roman. Ancak edebi mi bence değil. Okunmalı mı? E yazmış o kadar.

Gölgesizler

Gölgesizler (Hasan Ali Toptaş) 06/02/2012

Neyin gerçek neyin hayal belli olmadığı, doğa üstü olaylar ve psikolojik yansımalarının bolca yer aldığı kaaaar neden yağar kaaaar? Gibi bence saçma soruların sorulup cevaplanmayıp yarıda kaldığı olmamış roman. Yazar o an aklına ne geldiyse yazmış gibi. Çünkü böyle abuk bir hikaye kurgulanamaz gibi. Kaaar neden yaaağar kaaar? Ne? 
Sonunda tüm hikayenin berber çırağının jilet alıp geri dönmesi için gerekli kısa sürede cereyan ettiğini anlıyoruz. So what!

Kediler Güzel Uyanır

Kediler Güzel Uyanır (Yekta Kopan) 31/01/2012


Yekta Kopan’ın okuduğum ilk kitabı. Dili şiirsel, romantik. Başlardaki öyküleri şiir kıvamında.
 
Aşk mı? O da ne? Beklenmedik bir anda bir kitapla yaşanılan şaşırtıcı karşılaşma
Tarçın kokusu, kim önce kırpacak gözünü? Ve haddinden fazla sarı kavun.

Diğer kitapları da alınıp okunabilir. Perde2 Sahne 4’ü kısa film olarak çekebileceğimi düşündüm. Senaryo çalışmaya başlamalı en kısa zamanda.

28 Ağustos 2012 Salı

Gelecek Uzun Sürer

Filmi 29 kasım 2011 Salı günü Kızılay Büyülüfener sinemasında 21:05 seansında eşim ve minik kızımla izledik. Sinema salonunda bizden başka kimse olmadığı için kendi evimizde gibiydik. Sahneler hakkında fısıldaşmadan rahatça konuşabildik. Kızım henüz annesinin karnında olduğundan filmdeki insana hüzün veren sahnelerden, örneğin başlangıçtaki atın vurulma sahnesi, bizler kadar etkilenmemiştir diye düşünüyorum. Ama annesinin halet-i ruhuyesindeki değişim onu etkileyip hüzünlendirdiyse bilemem. Öyleyse affet bizi kızım.

Sonbahar filmini izlememiş olsak Gelecek Uzun Sürer’i bu kadar merak edip gitmezdik heralde. Hem böyleyken bile sıcacık evimizden ayrılıp Ankaranın buz gibi havasında sinema için yollara düşmek zor gelmedi değil. Neyse filme geçeyim.

Film yukarıda bahsettiğim son derece hüzünlü ve etkileyici sahne ile başlıyor ve kasvetli atmosferine daha ilk dakikadan dahil ediyor insanı. Başrolde güzel bir Ermeni kız anadoluda kendi dilinde söylenen ağıtları toplama peşinde yollara düşüyor. Üniversitedeki sevgilisi (davası uğruna?) memleketine dönüp kızı terkediyor. Kız sürekli arayış içerisinde sokaklarda elinde mikrofonu ve kayıt cihazı hayatın seslerini, hayatın kendisini kaydetmeye çalışıyor. Filmde bir yerde şöyle bir söz hatırımda kalmış “Hayat bir kızın elinde sepetiyle her gün geçtiği uzun bir sokaktır.” Bu sözdeki gibi hayatı sokaklarda arıyor ve sokaktaki insan seslerini, makina seslerini, araç seslerini, hatta sabahın köründe muhteşem dicle/fırat manzarasında sessizliğin sesini dinliyor, kaydediyor. O insanların hayatını unutulmaktan kurtarmak istiyor gibi sanki. 90’lı yıllarda gözaltına alındıktan sonra bir daha haber alınamayanların yakınlarıyla yaptığı röportajlar ve o acıların dile geldiği ağıtlar filmi normal akışından çıkarıp belgesel tarzına sokuyor. Bu sahneler yönetmenin fim yapmaktan ziyade toplumsal sorumluluk duygusunun getirdiği zorlama sahneler gibi hissettiriyor ve yapay bir tad bırakıyor bünyede.

 Eski kayıtların tutulduğu hafıza tazeleme merkezinde duvardaki “onlar geçmişi unutturmayı ancak geçmişteki kayıtları ortadan kaldırarak başarabilirler” ya da buna benzer bir söz aklıma Orwell’in 1984’ünü getirdi. Bugüne kadar yakınları gözaltında kaybolanların yaşadıkları acıları bu denli kemiksiz anlatan başka bir eser izlememiş ya da okumamıştım. O dönem yaşananlar basında kendine yer bulamayıp süregiden çatışma halinden sadece istatiktik bilgiler medyada yer aldığından duygusuzlaştık belki de. Bu film o yaraları deşmesi ve tarihe düşülen bir not olması açısından da önemli bu nedenle.

 Film sırasında gelecek neden uzun sürer diye düşündüm. Kitap satan çocuğun babasının sokak ortasında sırtından vurlmasını anlattığı araba sahnesinde "işte o gün hayatımın en uzun günüydü" demesini bir yere not ettim. Sonra bir yerde Sumru ve İsmail geleceğe dair planlar yaptılar. Daha çok İsmail yaptı. "25 sene sonra birlikte Karadenize gideriz. Hatta dünyada neresi olursa oraya gideriz. Sonra belki politikaya atılırım ulaştırma bakanı olurum ama. Her yanı demir ağlarla örerim. Sadece batıdan doğuya olmaz bu ağlar doğudan kuzeye karadenize, karadenizden akdenize kadar olur. Sonra çalışma saatleri de 5 saat olur belki yaşamaya zaman kalır.....Sonra sonra.....Ne çok sonra var. İşte yapılacak çok şey var, o nedenle gelecek uzun sürer."
Ya da başta anlattığım gibi yine çok acılar yaşanacak ve bu nedenle gelecek uzun sürecek. Baştaki atın vurulma sahnesinin kerametini de askerlerin atları bir avluya toplayıp öldürüldüğünü anlatan köylüden anlıyoruz. "Bu öyle bir zulümdü ki atlar çıldırmış gibi bir sağa bir sola koşturuyorlardı. Derken bir tanesi avlu duvarını aşıp özgürlüğüne koştu koştu. Sanki o zulümden bizim umutlarımız kurtulmuş ve özgürlüğüne kavuşmuştu".

Film başlarken... umudu öldürdüler.
Film biterken...hala umut var.