Filmi 29 kasım 2011 Salı günü Kızılay Büyülüfener sinemasında 21:05 seansında eşim ve minik kızımla izledik. Sinema salonunda bizden başka kimse olmadığı için kendi evimizde gibiydik. Sahneler hakkında fısıldaşmadan rahatça konuşabildik.
Kızım henüz annesinin karnında olduğundan filmdeki insana hüzün veren sahnelerden, örneğin başlangıçtaki atın vurulma sahnesi, bizler kadar etkilenmemiştir diye düşünüyorum. Ama annesinin halet-i ruhuyesindeki değişim onu etkileyip hüzünlendirdiyse bilemem. Öyleyse affet bizi kızım.
Sonbahar filmini izlememiş olsak Gelecek Uzun Sürer’i bu kadar merak edip gitmezdik heralde. Hem böyleyken bile sıcacık evimizden ayrılıp Ankaranın buz gibi havasında sinema için yollara düşmek zor gelmedi değil. Neyse filme geçeyim.
Film yukarıda bahsettiğim son derece hüzünlü ve etkileyici sahne ile başlıyor ve kasvetli atmosferine daha ilk dakikadan dahil ediyor insanı. Başrolde güzel bir Ermeni kız anadoluda kendi dilinde söylenen ağıtları toplama peşinde yollara düşüyor. Üniversitedeki sevgilisi (davası uğruna?) memleketine dönüp kızı terkediyor. Kız sürekli arayış içerisinde sokaklarda elinde mikrofonu ve kayıt cihazı hayatın seslerini, hayatın kendisini kaydetmeye çalışıyor. Filmde bir yerde şöyle bir söz hatırımda kalmış “Hayat bir kızın elinde sepetiyle her gün geçtiği uzun bir sokaktır.” Bu sözdeki gibi hayatı sokaklarda arıyor ve sokaktaki insan seslerini, makina seslerini, araç seslerini, hatta sabahın köründe muhteşem dicle/fırat manzarasında sessizliğin sesini dinliyor, kaydediyor. O insanların hayatını unutulmaktan kurtarmak istiyor gibi sanki.
90’lı yıllarda gözaltına alındıktan sonra bir daha haber alınamayanların yakınlarıyla yaptığı röportajlar ve o acıların dile geldiği ağıtlar filmi normal akışından çıkarıp belgesel tarzına sokuyor. Bu sahneler yönetmenin fim yapmaktan ziyade toplumsal sorumluluk duygusunun getirdiği zorlama sahneler gibi hissettiriyor ve yapay bir tad bırakıyor bünyede.
Eski kayıtların tutulduğu hafıza tazeleme merkezinde duvardaki “onlar geçmişi unutturmayı ancak geçmişteki kayıtları ortadan kaldırarak başarabilirler” ya da buna benzer bir söz aklıma Orwell’in 1984’ünü getirdi. Bugüne kadar yakınları gözaltında kaybolanların yaşadıkları acıları bu denli kemiksiz anlatan başka bir eser izlememiş ya da okumamıştım. O dönem yaşananlar basında kendine yer bulamayıp süregiden çatışma halinden sadece istatiktik bilgiler medyada yer aldığından duygusuzlaştık belki de. Bu film o yaraları deşmesi ve tarihe düşülen bir not olması açısından da önemli bu nedenle.
Film sırasında gelecek neden uzun sürer diye düşündüm. Kitap satan çocuğun babasının sokak ortasında sırtından vurlmasını anlattığı araba sahnesinde "işte o gün hayatımın en uzun günüydü" demesini bir yere not ettim. Sonra bir yerde Sumru ve İsmail geleceğe dair planlar yaptılar. Daha çok İsmail yaptı. "25 sene sonra birlikte Karadenize gideriz. Hatta dünyada neresi olursa oraya gideriz. Sonra belki politikaya atılırım ulaştırma bakanı olurum ama. Her yanı demir ağlarla örerim. Sadece batıdan doğuya olmaz bu ağlar doğudan kuzeye karadenize, karadenizden akdenize kadar olur. Sonra çalışma saatleri de 5 saat olur belki yaşamaya zaman kalır.....Sonra sonra.....Ne çok sonra var. İşte yapılacak çok şey var, o nedenle gelecek uzun sürer."
Ya da başta anlattığım gibi yine çok acılar yaşanacak ve bu nedenle gelecek uzun sürecek.
Baştaki atın vurulma sahnesinin kerametini de askerlerin atları bir avluya toplayıp öldürüldüğünü anlatan köylüden anlıyoruz. "Bu öyle bir zulümdü ki atlar çıldırmış gibi bir sağa bir sola koşturuyorlardı. Derken bir tanesi avlu duvarını aşıp özgürlüğüne koştu koştu. Sanki o zulümden bizim umutlarımız kurtulmuş ve özgürlüğüne kavuşmuştu".
Film başlarken... umudu öldürdüler.
Film biterken...hala umut var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder