30 Eylül 2012 Pazar


KÖR BAYKUŞ
Yazar: Sadık Hidayet
Çeviri: Behçet Necatigil
Kategori: Roman
Sayfa Sayısı: 95

Sadık Hidayet’in 1. Tekil şahısla ve son derece samimi bir dille, adeta günlüğüne yazar gibi anlattığı, kahramanın karanlık dünyasını, çok etkileyici bir şekilde betimleyen romanı. Neyin gerçek neyin hayal olduğunun birbirine girdiği, zamansal ve mekansal sürekliliğin olmadığı bir kitap.

Kitapta  roman kahramanımız acılarını dindirmek üzere afyon kullandığını belirtiyor. Zaman ve mekandaki kopuşlar belli ki afyonun  etkisinde kaldığı zamanlarda kendini gösteriyor. Etrafındaki kişiler, odasındaki objeler ise  zihninin hastalıklı süzgecinden geçip bambaşka şekillerde algılanıyor ve kahraman adeta bir sanrılar dünyasında yaşıyor.

Her bir cümlesi özenle düşünülmüş, ince ince dokunmuş bir kitap.Behçet Necatigil'in de kusursuz çevirisini de es geçmemek gerekiyor. "İyi ki okudum" dediğim kitaplardan.

 Kitaptan işaretlediğim bazı bölümler :
  
“Sonra, yaşlı servinin dibine, kumlara uzandım. Rüyaların kesik kopuk, anlaşılmaz sözleri gibi şırıldıyordu su. Ellerimi, kendiliğinden, nemli sıcak kuma soktum. Avuçlarımda sıktım nemli sıcak kumları. Suya düşmüş de çamaşırları değiştirilen bir kız vücudunun diri eti gibiydi kum.”

“Dua sırasında gözlerimi yumdum, ellerimi yüzüme kapadım, bir gece yarattım kendime, bu gecenin karanlığında bir rüyada gibi sorumsuz, kendi duamı okudum. Fakat sözcükleri huşu içinde söylenmedi bu duanın. Çünkü ben Tanrı’yla, Yüce Varlık’la değil, sevdiğim tanıdığım birisiyle konuşmaktan hoşlanıyordum! Çünkü benim çok yükseğimdeydi Tanrı.”

“Ah, keşke ölümün eşiğinde olanların hepsi, bu benim gördüklerimi görselerdi! Bazan bunu da düşündüm. Istırap, korku, dehşet ve yaşama arzusu, hepsi bitmişti bende. Bana telkin ettikleri dini inançlardan kurtulmuş, huzura ermiştim. Tek tesellim, ölümden sonra hiçlik ümidiydi; orada tekrar yaşamak düşüncesi içime korku salıyor, beni hasta ediyordu... “

Güzel kitap, bir daha bir daha okunası kitap.

8/10

23 Eylül 2012 Pazar

YEDİNCİ GÜN

YEDİNCİ GÜN
Yazar: İhsan Oktay Anar
Kategori: Fantastik Roman
Sayfa Sayısı: 240

İhsan Oktay Anar'ın haddinden fazla uzun yan hikayeler ve laf kalabalıklarıyla beni boğduğu, bir kaç kez yarım bırakma aşamasına gelip bırakmamak için kendimi zorladığım ve kimi yerlerini hızlıca geçerek ancak bitirebildiğim "olmamış" romanı.

İhsan Oktay Anar özellikle "Amat" ve "Puslu Kıtalar Atlası" romanları ile büyük beğenimi kazanmış bir yazar. Bu yüzden Yedinci Gün'den de beklentim büyüktü doğrusu.  Bu yüksek beklentim ya da kitaplarıyla ilk karşılaştığımda bana heyecan veren, altında uzun araştırmaların ve yoğun bir emeğin yattığı o terimlerle dolu, süslemelerle bezeli dile artık çoktan alışmış olmam, kitap hakkındaki hayal kırıklığımın sebepleri oldu belki de.

Birazdan kitaptaki bölümlerle birlikte eleştirilerimi sunacağım ancak  kitabı okumayanlar için yer yer heves kaçırıcı bilgiler bulunabilir. Bu durumu önlemek için özellikle son paragrafı okumayabilirsiniz.

Kitap "Baba" "Oğul" ve "Hayalet (kutsal ruh)" olarak isimlendirilmiş üç bölümden oluşuyor.
Baba adını taşıyan ilk bölüm oldukça etkileyici bir şekilde başlıyor. Bu kısmı okurken bir an yazarın Cristopher Nolan'ın "Doodle Bug" adlı kısa filminden esinlenmiş olabileceğini düşündüm. Hala da öyle düşünüyorum. Bu vurucu sayılabilecek girişin, kitabın anlatmak istediği ana hikayeden kopuk olduğunu ise belirtmeden geçemeyeceğim. Sanki sadece iyi bir hikaye olduğu için başa konulmuş, bi şekilde sonradan yamanmaya çalışılmış gibi yapay durmuş. Keza, Paşaoğlu'nun hikayesi de öyle. Yazar Paşaoğlu'nun hikayesini epey geliştirip ilerletmişken pat diye yarıda kesip İhsan Sait'i işin içine sokarak kitabın bütünlüğüne zarar veriyor kanımca. Paşaoğlu hikayesine, oldukça sündürdükten hatta başlı başına bir roman olmaya doğru ilerletmesinden sonra bir yerde dur demek istiyor belki de. O zamana kadar ana kahraman zannedilen Paşaoğlu özensizce iki cümle içinde devre dışı kalıp kenara itiliveriyor. Bu noktadan sonra ortaya çıkan İhsan Sait ise romanın ana karakteri oluveriyor.

Paşaoğlu'nun imana geliş hikayesi ilk bölümde en çok sürükleyen kısımdı diyebilirim. Romanın geri kalanının büyük bir kısmına ev sahipliği yapan demir minarelerin ortaya çıkışı da yine bir iki cümleyle geçilmese daha tutarlı bir bütünden bahsedebilecektim. İhsan Sait'in demir minarelerdeki düzenekle internet henüz keşfedilmemişken online satranç oynaması, Alman satranç ustası ile yaptığı ve felsefi bir soru yardımıyla (İhsan Oktay Anar'ın felsefe hocası olduğunu hatırlatırım) onu mat edişi, gelecekte onu bekleyen sevgiliden aldığı mektup ve sevgiliye kavuşmak için yaptırdığı zaman makinesi bu bölümde akılda kalanlardan. Sarıkamış'ta yaşanan dramı da kendi üslubunca anlatan yazar bu kısımda Enver Paşa'ya "ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum" dedirterek neye gönderme yapmış tam anlayamadım. Yine bu kısımda yazar kendini tutamayıp savaş hakkındaki görüşlerini Enver Paşa'ya karşı çıkma cesareti gösteren bir erin ağzından dile getiriveriyor. Kendini tutmuş olsa daha iyiydi sanki.

İkinci ve üçüncü bölüm ilkine göre daha kısa olmasına rağmen takibin daha zor olduğu bölümler olmuş. İkinci bölümdeki insanlık tarihinin anlatıldığı bölümde İhsan Oktay Anar'ın kendine has esprili üslubuna şahit oluyoruz. Örneğin Şeytan'ın insana secde etmeyip ilk isyanı gerçekleştirdiği kısım şöyle anlatılmış: Tekvinhane malikinin (Allah) ısrarına rağmen Ateşçi ustası, çiftçilikle uğraşan Ademoğluna hürmet etmez.Üstüne üstlük türlü oyunlarla onu ayartmaya çalışır. Benzer şekilde; Brütüs'ün imparator Sezar'ı arkadan vurması hikayesi de , Sezar'ın  utancından kimseye nerede olduğunu soramadığını sevgilisini bulmak için Sende mi (de birleşik) Brütüs? diye sorduğu şekilde anlatılmış.

Son bölümde ortaya çıkan İdrisoloji bilimi ve ari ırka erişme çabasıyla İdsis Amil Zula'dan döl çalma entrikaları fena değil ancak yine ana temadan uzaklaşan hikayeler. İhsan Oktay Anar'ın natüralizmin babası Emile Zola (Amil Zula)'ya olan hayranlığını da bu kısımda İhsan Sait'in konuşmalarından çıkarabiliyoruz.Yazar kitabın en sonunda konuyu çok dağıttığının farkında olacak ki kitapta geçen hikayeleri toparlama gereği hissedip kısa bir özet geçiyor. Son sayfada kitabın kusurlarını müderrislere (eleştirmenlere) sadaka olarak bıraktığını belirtmesi ise peşinen dilenen bir özür gibi.

Son olarak kitabın adının neden 7. Gün olduğunu anlıyoruz. Elimizde tuttuğumuz kitabın İhsan Sait tarafından Yedi Uyurlar'a toplam 6 günde yazdırıldığını ve 7. gün ise İhsan Sait'in yorulduğunu ve dinleneceğini okuyoruz. Kitapta tüm insanlık tarihine kısaca da olsa değiniliyor olması bu altı günde olanların özeti gibi aslında. Bu kısımdan Yazar'a yaratma ediminden dolayı tanrısal bir önem addettiğini çıkarsamak da mümkün.   Şu an ise 7. günü yaşıyoruz. Artık dinlenme ve sevgiliye kavuşma vakti. Bu kitabın beş yıl gibi bir sürede çıkmış olmasına bakarsak hakikaten de yazar uzunca bir süre dinlenecek gibi.

Not: 6/10

19 Eylül 2012 Çarşamba

Küçük kağıtlara aldığım notlardan kurtulmaya çalışıyorum. Yanda sanırım "muhafazakar sanat olur mu? olmaz mı?" tartışmalarının yaşandığı bir dönemde takvim yaprağının arkasına aldığım küçük not görülüyor. Ne zaman nereden okumuşum da yazmışım hatırlamıyorum.

Bugünkü (19/09/2012) gazetelerde hükümetin baskısıyla devlet tiyatrosunda daha önce planlanın aksine Nazım Hikmet oyunu yerine Necip Fazıl'dan bir oyunu sahneye koyacağını okumamla bu notu buraya yazmaya karar verdim.

"Sanat gündeliğin karşısına dikilecek olandır. Yaşanan kültürün karşısına dikilmiş olan bir karşıt kültürdür. Egemenin dayattığı dünya tahayyülüne bir reddiyedir. O açıdan sanat da, sanatçı da bizatihi özleri itibari ile devrimcidirler. başka bir dünya yaratmaya soyunmasıyla tanrısal, mevcut hayat ile ilgili sorunlardan ortaya çıkmasıyla eleştirel olmak durumundadır."


18 Eylül 2012 Salı

TEMBELLİK HAKKI
Yazar: Paul Lafargue
Çeviri: Feyyaz Şahin
Kategori: Deneme
Sayfa Sayısı: 88

İnternetten almasam kapağını gördüğümde muhtemelen almaktan vazgeçerdim. En çok 6 yaş grubuna hitabeden bir kitap izlenimini veren iğrenç bir fontla yazılan "tembellik hakkı" hemen altında da resimde görüleceği üzere tembellik yapan bir köpek illüstrasyonu var. kitap içeriği tembelliği böylesine överken kapağında tembellik yapanın bir köpek olarak gösterilmesi de bir diğer dikkat çekici nokta. Kapağın bu denli özensiz olması 2010 ilk basım (1000 adet) olmasına rağmen 2012'de neden halen ikinci baskıyı yapamadığını da anlaşılır kılıyor bence.

Lafargue kapitalist uygarlığın hakim olduğu ülkelerdeki işçi sınıfının "çalışmak hakkımızdır, engellenemez." düşüncesinde olmasını onur kırıcı ve utanç verici bir tutum olarak görüyor. Savaşmak ve devlet idaresi dışındaki tüm işleri insalık onuru için onur kırıcı olarak görüp kölelere yaptıran eski Yunan'dan ve Roma'dan  örnekler verip, günümüzde ise (1800'lerin sonunda yani) özellikle makine endüstrisinin gelişmesi ile daha da rahata erecekken durmadan çalışmak isteyen işçi kesimini eleştiriliyor. herhangi bir iş için birbirini ezen 12-14 saat çalışıp, yiyip içip eğlenmek yerine hayatı kendine zehir edenleri anlayamıyor.
Marx'ın güveyi (kız kardeşinin kocası) olan Lafargue'nin ağır çalışma şartları ve uzun mesai saatlerinden işçileri sorumlu tutması ve sebep olarak çalışma aşkını ileri sürmesi nerden baksan tutarsızlık nerden baksan ahmakça. İş iş diye birbirini ezen insanları eleştirip bunu yaratan şartları masum göstermek Marx'ın güveyine yakışmadı. Marx'a kardeşine daha hayırlı bir kısmet bulamadın mı diye sormadan edemiyor insan. Yazık:)

Kitap hakkında, Lafargue'nin desteksiz ithamlarına maruz kalan zavallım işçi sınıfının burjuvazinin tarih sahnesindeki önemi arttıkça nasıl daha da kötü şartlar altında çalışmaya zorlandığını; kilisenin etkisini yitirmesiyle eskiden yılda 90 gün + 52 pazar + 38 gün olan tatillerin nasıl kırpıldığını ve çalışmanın bir erdem olarak yine kilise tarafından ya da diğer ahlakçılarca nasıl öğreti haline getirildiğini öğrenmem bakımından yararlı oldu diyebilirim.
Son söz: Kapak rezalet. Editörlük de yerlerde sürünüyor, özensiz. Bir sürü yazım hatası mevcut. Okunur mu? okunuyor işte. Hem kısacık 88 sayfa.
CALLISTO
Yazar: Torsten Krol
Çevirmen: Imge Tan
Kategori: Çerezlik
Sayfa Sayısı: 440

Kahramanımız Odell Deefus'un orduya katılmak üzere çıktığı yolda başına gelen, yanlış anlamalar ve küçük yalanların yol açtığı büyük ve çoğunlukla talihsiz olayları anlatan bir kara mizah.
Odell Deefus kendi deyimiyle budala değil. Çünkü Yavru Geyik gibi Pulitzer ödülü almış bir kitabı hem de tam 16 kez okuyabilmiş birisi budala olamaz. Kitap karakterin saflıkla yaptığı buna benzer çıkarımlar ile akıcı bir şekilde kendini okutmayı başarıyor. Kahramanın ağzından çıkan ve o an için önemsemediği bir kelimeden, yanlışlıkla bulaşmış olduğu basit bir cinayet soruşturması bambaşka bir hal alıp Amerikayı tehdit eden bir terör saldırısına dönüşebiliyor. Özellikle 11 Eylül sonrası Amerika'nın halet-i ruhiyesini  hicvetmede başarılı. Amerikan başkanlığına giden yolda adayların kirli ilişkileri, tarikat benzeri yapılanmaların siyasetle ilişkisi ve terör olaylarında kişinin şüpheli sıfatını kazanması ya da sanık sandalyesine oturtulması için müslüman olmasının neredeyse yeterli bir sebep olarak görüldüğü paranoyak ortam güzel bir şekilde tasvir ediliyor. Kara mizah özellikle kitabın sonlarına doğru Deefus'a işkence yapıldığı kısımlarda öne çıkıyor. deefus öldüresiye dayak yerken hem dayak atıp hem de "kafasına vurmayın" diyen birine minnet duyabiliyor. (Stockholm sendromu) İşkence bölümleri gerçekten yürek dağlayıcıydı.

Not: Kitabın giriş kısmında yazar hakkında hiç bir bilgi olmadığına dair ifade ile yaratılan mistik havanın nedeni, hikaye okunup bitirildikten sonra anlaşılabiliyor.

Okunabilir. Çerezlik.
Not: 5/10

7 Eylül 2012 Cuma

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş (Jose' Saramago 11/02/2012)

98 Nobel Edebiyat ödülünü almış yazarının yarattığı yüksek beklentiden mi bilmem, kitabın başlarındaki epey sıradan anlatım biraz hayal kırıklığı yarattı. Konusunun ilginçliği ve dilinin samimiyeti ise kitabı yarım bırakmayışımın sebepleri oldu. 
Ölüm bir ülkede bir süreliğine işlerini askıya alıp, insanoğlunun her zaman hayalini kurduğu ölümsüzlük duygusunun yaşanmasına izin veriyor. Başlangıçta ölümün olmadığı ülkede her şey yolundaymış gibi gözükse de sosyal devlet zamanla çöküşe giriyor ve çeşitli sektörlerin (cenaze levazamatçıları, sigorta sektörü, huzurevi çalışanlarıvs vs vs) isyanlarına ve bildirilerine tanık oluyoruz. Bu bölümler gazetelerdeki düz haber formatında verildiğinden epey sıkıcı. Sonra ölüm karar ve yöntem değiştirip yeniden işe başlıyor. Ölecek olanlara mor zarflar gönderip 1 hafta sonra canlarını alacağını bildiriyor. Yolladığı zarflardan bir tanesi gizemli (?) bir şekilde sahibine ulaşmayı reddediyor ve ölüm ilk kez vadesi gelmesine rağmen birinin (viyolonselci) canını alamıyor. Sonrasında ölümün psikolojik halleri ve çekici bir kadın kılığında viyolonselciye yaklaşıp mor zarfı vermek için yaptığı planlar ve viyolonselcinin basit yaşamından kesitler anlatılıyor. Ölüm zarfı veremiyor, zarfı kibritle ( aslında gerek duymazdı ya kibrite) yakıyor ve ölümlü olmayı tercih edip işlerini aksatıyor. Ertesi gün kimse ölmüyor.

Konu olarak ilginç yer yer gizemli roman. Ancak edebi mi bence değil. Okunmalı mı? E yazmış o kadar.

Gölgesizler

Gölgesizler (Hasan Ali Toptaş) 06/02/2012

Neyin gerçek neyin hayal belli olmadığı, doğa üstü olaylar ve psikolojik yansımalarının bolca yer aldığı kaaaar neden yağar kaaaar? Gibi bence saçma soruların sorulup cevaplanmayıp yarıda kaldığı olmamış roman. Yazar o an aklına ne geldiyse yazmış gibi. Çünkü böyle abuk bir hikaye kurgulanamaz gibi. Kaaar neden yaaağar kaaar? Ne? 
Sonunda tüm hikayenin berber çırağının jilet alıp geri dönmesi için gerekli kısa sürede cereyan ettiğini anlıyoruz. So what!

Kediler Güzel Uyanır

Kediler Güzel Uyanır (Yekta Kopan) 31/01/2012


Yekta Kopan’ın okuduğum ilk kitabı. Dili şiirsel, romantik. Başlardaki öyküleri şiir kıvamında.
 
Aşk mı? O da ne? Beklenmedik bir anda bir kitapla yaşanılan şaşırtıcı karşılaşma
Tarçın kokusu, kim önce kırpacak gözünü? Ve haddinden fazla sarı kavun.

Diğer kitapları da alınıp okunabilir. Perde2 Sahne 4’ü kısa film olarak çekebileceğimi düşündüm. Senaryo çalışmaya başlamalı en kısa zamanda.