26 Aralık 2009 Cumartesi

Parfümün Dansı

PARFÜMÜN DANSI
Yazar: Tim Robins
Çeviri: Belkıs Çorakçı Dişbudak
Kategori: Roman (Fantastik)
Sayfa sayısı: 366

Askerde üzerine elma suyu döküldükten sonra okuduğum bu nedenle sayfaları arasında küçük elma sineklerinin olduğu muhteşem bir fantastik roman. Ölümsüzlüğü arayan kahramanların "her şey yalan takmayacaksın kafaya, pancar yiyip sevişeceksin ve yıkanacaksın sıcak sıcak"!ı kendilerine düstur edindikleri bu şekilde uzun yaşadıkları adının aksine benimki pis kokan kitap. Pis kokulu çünkü hem elma suyu döküldü hem de o şimdi üzerinden çok zaman geçtiği için adını hatırlayamadığım ama en kısa sürede bakıp yazıyı düzeltmeme neden olacak olan tanrı ("Pan" tabii ya), keçi kokulu flüt çalan ve flütüyle kadınları baştan çıkarıp .... yapan tanrı, işte o var başrolde. Parfümde zaten bu lavuk tanrının kokusunu bertaraf etmek üzere geliştiriliyor. Özünde de kitapda bir çok alanda ön planda olan pancar var.
Bundan sonra naapıyoruz pancar yiyip sevişiyoruz sıcak duş alıyoruz mis gibi kokular sürüyoruz keyfimize bakıyoruz. Olay budur. Kitap budur. Bir daha bir daha okumak lazım.
Not: 8.5/10

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Küresel Isınmanın Mekanizması



Metin Münir 01/07/2009 Milliyet

Ay’ın ortalama sıcaklığı eksi 18, yeryüzünün ortalama sıcaklığı artı 15 derece santigrattır.
İkisi arasındaki 33 derece farkı meydana getiren, dünyanın atmosferidir.
Atmosfer, Dünya ile uzay arasında bulunan 100 kilometre kalınlığındaki hava katmanına verilen isimdir.
Atmosfer, yeryüzünün kalkanı ve battaniyesidir. Zararlı ışınları emer, Güneş’ten gelen ısıyı saklar, gün ile gece arasındaki ısı farklarını azaltır ve yaşamı mümkün hale getirir.
Hayatın talep ettiği en önemli koşullardan biri, bu battaniyenin yarattığı ısıdır. Bunun ne kadar mucizevi bir şey olduğunu anlamak için aya ve diğer gezegenlere bakmak yeter. Onlar Dünya’nın sahip olduğu renk bolluğundan yoksun ve cansızdırlar. Ya aşırı soğuk ya da aşırı sıcak.

Dünya ideal ısıda
Bugüne kadar yapılan araştırmalarda, Güneş sisteminde yaşam izine rastlanmadı. Belki de uçsuz bucaksız kâinatta bile üzerinde yaşam olan tek bahçe dünyamızdır.
Atmosferin Dünya’yı yaşam için nasıl ideal ısıda tuttuğunu anlatmak için sera örneğini kullanacağım.
Bitki yetiştirmek için kullanılan seraların içindeki hava sıcaktır; çünkü camdan giren güneş toprağı, toprak da üstündeki havayı ısıtır. Sıcak hava yükselir ve kaçacak yeri olmadığı için seranın içini ısıtır. Seranın dışı, aynı miktarda güneş almasına rağmen serindir, çünkü orada ısınan hava yükselir ve kaybolur.
Yeryüzüne vuran bütün güneş ışınları uzaya geri aksetseydi; Dünya da tıpkı uydusu Ay gibi hayat barındıramayacak derecede soğuk olacaktı.
Ama sera örneğindeki cam gibi, dünyanın atmosferinde, Güneş’ten gelen ısının bir bölümünü içeriye hapseden bazı gazlar vardır.
Hava, yaklaşık yüzde 79/21 oranında nitrojen ve oksijenden meydana gelir. Bunların yanında, içeriğinde, minik oranlarda başka gazlar ve su buharı vardır.
Güneş ışınları hidrojen, oksijen ve azot gibi gazların içinden etkilenmeden geçebilir. Aynı durum, karbondioksit için geçerli değildir. Onlar, güneş ışınlarını emerek hapseder. Dünya’yı ısıtır. Karbondioksit artıkça daha çok ısı emer, Dünya daha çok ısınır. ‘Global ısınma’ dediğimiz budur.
Kullandığımız petrol ve kömür gibi fosil yakıtlardan havaya milyarlarca ton karbondioksit püskürtüyoruz ve bunlar, birikerek daha çok güneş ısısının içeride kalmasına ve havanın ısınmasına neden oluyor.
Atmosferin Dünya’yı ısıtmadaki bu rolünü tanımlayan ilk bilim adamı olan İrlandalı John Tyndall (1820-1893) bunu baraj örneğiyle anlatır: Baraj nasıl suyu tutarak arkasında bir göl meydana getiriyorsa, atmosfer de tıpkı baraj gibi bir set yaratır ve yeryüzünde bir ısı gölü meydana getirir.
Atmosferdeki karbondioksidin çoğalması, barajın yüksekliğinin artırılması misali bir sonuç doğurur. Daha çok karbondioksit yeryüzünde daha çok ısı hapseder.
Karbondioksidin havadaki oranı yüzde 0.0038’dir. Miktar olarak çok az gibi görünse de bu yaşam için oksijen kadar önemlidir. Havada bulunan karbondioksidi sıfırlarsanız ısı 31 derece birden düşer, yani Dünyanın ısısı, havasız ve hayatsız Ay ile neredeyse eşit hale gelir. Bunun tersi de geçerlidir.

Korkutucu tahminler
Aslında bu durum, bugün yüzleştiğimiz bir gerçek de değil. Yüz yılı aşkın bir süredir bilinmekte. Bu saptama, ilk kez, İsveçli bilim adamı August Svante Arrhenius (1859-1927) tarafından 1906’da yapıldı.
Arrhenius bir başka tahminde daha bulundu: “Havadaki karbondioksit oranı ikiye katlanırsa Dünya’nın ısısı 5 derece santigrat artar” dedi. Bu, Dünya’daki yaşamı imkânsız hale getirebilecek bir artıştır.
Gelgelelim Arrhenius, geçen yüzyılın başında bu savı ortaya atarken, bu artışın ancak birkaç yüzyılda meydana gelebileceğini düşünüyordu. Şimdi birçok bilim adamı “Havadaki karbondioksit bu yüzyılın sonundan önce ikiye katlanır” diyor.
Bazılarına göre ise, bu eşiği çoktan geri dönülmez bir biçimde aşmış bulunuyoruz.
Arrhenius bunları söylediğinde, sözlerine inanan pek çıkmamıştı. Tıpkı, bugün küresel ısınmanın dünyayı insanlar için yaşanmaz hale getirebileceğine inananların sayısının pek de yüksek olmaması gibi.

28 Haziran 2009 Pazar

Sulu Şaka

Ece Temelkuran
28 Haziran Pazar 2009
Kenan Paşa şöyle buyurdu: “Türk halkı yargılanmamı isterse yargıyı beklemem intihar ederim”.
Ne onurlu bir kişiymiş meğerse. Meğer ne gururlu bir asker! Niyeyse paşa, 16 yaşında bir çocuğun kemik yaşını büyütüp idam ettirdikten sonra değil, şimdi, kimse ona dokunmazken intihar etme laflarına başladı. Üstelik onun yargılanması ihtimali iktidar tarafından ‘sulu bir şaka’ olarak algılanırken. Üstelik ülkenin en büyük gazetesinin genel yayın yönetmeni “Darbeci paşayı yargılarsanız bozulurum” yazısı yazdıktan sonra. Üstelik darbeci siyasi kültürümüze karşı geniş bir operasyon başlatılmasına rağmen niyeyse kimsenin aklına onu yargılamak, 12 Eylül darbesinden bahsetmek gelmemesine rağmen.
Empati kurmak gerek
Bazıları kendi hayatlarını hayatın tamamı sanıyor. “12 Eylül’den önce pek dertliydik, darbe oldu da bir oh dedik” türünden yazılar, yaklaşımlar ancak bu türden bir darlıkla, darlanmışlıkla açıklanabilir. Eğer bu türden bir entelektüel ve vicdani ayıp açıklanabilirse!
Üstelik herkes kendi kişisel hayatından bakacaksa meseleye, başkalarının hayatlarından da bakmaya zahmet etmek gerek. Sair zamanlarda o pek sevilen ‘empati’yi uygulamak lazım hiç değilse. 16 yaşındayken idam edilen Erdal Eren’in annesi için 12 Eylül ne? Diyarbakır Cezaevi’nde işkencede ölen bir adamın dileği neydi? Fatsa’da Et Balık Kurumu tesislerinde işkence gören çoluk çocuğun “12 Eylül paşaları yargılansın mı?” sorusuna vereceği cevabı da hayal edin.

Ya işkence görenler?
Anasını babasını yıllarca hapishanelerin küçük, telli deliklerden gören çocuklar ne istiyor? Tüm işkence görenler, bu ülkeyi terk etmek zorunda kalmış tüm insanlar, cezaevi kapılarında kanlı gömlek bekleyen sevgililer, dövülmüş, öldürülmüş gazeteciler...
Hakikat bunların toplamıdır, bizim kendi gördüğümüzle sınırlı bir şey değil. Bir darbenin size zarar vermemiş olması, hatta o darbeden faydalanmanız darbeyi aklamaz. Öyle zannetmek, ölmüş onca kız ve oğlan çocuğuna ayıp olur. Hem de çok ayıp olur.

Asıl ‘sulu şaka’...
Başbakan, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın darbecilerin yargılanmasını engelleyen Anayasa’nın geçici (!) 15. maddesinin kaldırılması talebine “Sulu şaka” dedi.
Asıl ‘sulu şaka’ şudur:
Memleketi ayağa kaldırırsın. Dersin ki “Asker vesayetinde siyasete son!” Bütün entelijansiya sağa sola bakmadan peşine takılır. “Yaşasın!” derler, “Sonunda demokratik bir ülke olacağız!” Bu yolda kurunun yanında yaş da yanar, acayip bir yargı süreci başlar. İnsanlar şüphelenir ama sen dersin ki “Sabredin, ülkenin karanlık darbecilik kültürü sarsılıyor. Sarsacağız. Durmak yok, yola devam!” Herkes fena halde gaza gelmiştir. Ama sonra biri der ki “Arkadaş, darbecilerin başkanı burda. Kendisi resimle meşgul. Ona da mı sorsak acaba ne yapıp ettiğini?” Eğer o noktada sen “Yoook!! Olmaaaz!” dersen, işte bu, dünyanın neresine gidersen git, sulu bir şakadır. Hem de vıcık vıcık!

Kimseye anlatılamaz
Üstelik dünyanın neresine gidersen git bunu anlatamazsın. Arjantin’deki Kayıp Anneleri’ne, yıllarca parlamentonun önünde her perşembe günü aynı saatte yürüyerek ülkeye bir daha ne yaşamaması gerektiğini hatırlatan bu kadınlara anlatamazsın. Şili’de Pinochet’yi yargılamak için yıllarca beklemiş halka bunu anlatamazsın. Yunanistan’da cuntadan çekmişlere, İspanya’da Franco günahlarını görmüş olanlara, İtalya’da Duçe’yi asmış olanlara... Bizim bugün bu ülkede yaşadıklarımızı vicdan sahibi hiçbir halka anlatamazsın. Ama yaşarsın. Böyle, ‘sulu bir şaka’ gibi, vıcık vıcık yaşarsın. Bata çıka bata çıka... Aklımıza mukayyet olacağız. Olmalıyız.

8 Haziran 2009 Pazartesi

Ant değil süt içirin

YILDIRIM
TÜRKER

Türkiye

08/06/2009


Milli eğitimimiz başından beri suç ve cezanın sularında seyretmiştir.
En halinden memnun muhafazakârın bile münferit demeye dili varmayacak yoğunlukta, basbayağı sistematik bir işkence mekanizması, ilköğretim kurumlarının temelini oluşturur.
Her ne kadar büyük şehirlerin kimi mutena semtlerindeki devlet okullarında bu konuda bir dikkat gözlemlemek mümkünse de dayak yemeden mezun olan çocuk bulmak güç olacaktır.
Söz konusu işkence mekanizması, kıyıcı alaydan kaba dayağa, hakaretten tehdide geniş bir yelpazede çocukların nefretle tımar edilmesini sağlar.
Çocuklara öncelikle sarsılmaz bir suçluluk duygusu aşılayıp onları her an tetikte, özgüveni sıfırlanmış tutmak elbette devletin otorite ve kullanımı anlayışıyla bire bir örtüşüyor. Dolayısıyla böyle devlet yapılanmasına böyle maarif!
‘Her şeyin başı eğitim’e içtenlikle inanan Cumhuriyet mücahidi kesimin bu konuda bir hassasiyet gösterdiğini hatırlamıyoruz. Çocukları envai çeşit gayretkeş örgütlenme sonucu eğitim kurumlarına teslim eden, teslim ettiklerinin sayısıyla rekor-skor denklemleri kuran loş aydınlanmacı bu hareketlerin Türkiye’nin yerleşik eğitim yordamıyla ilgili bir dertleri olduğunu da söyleyemiyoruz.
Okulda dayakçı öğretmenlerin daha sık ebeveyn baskısıyla karşılaştığını zannediyorum. Öğretmenler de genel olarak dayak konusunda eski güllabiciler gibi hovarda davranmıyordur herhalde. Ama müfredata bakıldığında bu küçük ıslahat hareketinin pek bir anlamı olmadığını görmek mümkün.
Büyük küçük şehirlerde, çocuklarını, mutsuz öğretmenlerin dayağından korumaya yeminli, hali vakti elveren kesim, devlet okullarının iyiden iyiye beter haline bakıp çocuklarını nicedir özel eğitim kurumlarına gönderiyor.
Bu hızla yükselen ticari sektörün acımasız örgütlenmesi üzerine de bir şeyler yazmak şart.
Ama fark eden bir şey yok. O müstehcen fiyatlarıyla, ilk bakışta yurtdışındaki muadillerini hatırlatan uygarlık dekorlu okulların verdiği eğitimin birkaç teknik ve ticari
güleryüz dışında sundukları ne zannediyorsunuz? Benim 40 yıl önceki ilkokul eğitimimden bu yana ne Atatürk’ün doğduğu evin boyası, ne kovaladığı kargalar değişmiş. Okutulan hamasi şiirler bile aynı.
Milli Eğitim’in saptamış olduğu vasat aynı olduktan sonra o kurumlar da devletin hırçın kurumları gibi aynı resmi ideoloji telinden çalıyor. İlkokul ikinci sınıfa giden oğlumun matbu matematik ödevlerindeki problemlerde erkekler ve ‘bayan’ların hesabı
yapılıyor. Bana da oğluma bayan kelimesinin uygun olmadığını, ‘kadın’ demenin ayıp olmadığını anlatmak kalıyor. Öğretmeni, itiraz ettiğinde ‘kibarlık’tan dem vurmuş. Oğlum, kadına ‘bayan’ demenin kasaba kibarı- kadın düşmanı atmosferinde uygarlığı keşfediyor.
Kimi barajların suz sızdırmasıyla birlikte artık tartışabiliyoruz ya, Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’ya ilköğretim öğrencilerine her gün ant içirilmesi sorulmuş. Bakan olmasa da olabilir anlamına gelecek bir yanıt vermiş. Siyasetçinin nabız yoklaması, anlayacağınız.
Milliyetçi kuruluşlar bakanın söylediklerine köpüren, açıklamalar yapıp cansiperâne bir savaş başlattılar. Eğitim-Sen ise uygulamanın kaldırılmasını istedi.
Mesele, elbette öncelikle Kürt illerinde yaşayan çocuklara zor kullanarak ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ yalanını bağırtmak bağlamında tartıldı. Kimi Müslümanlar da çocuklarına dayatılan düsturun kendi anlayışlarına ters olduğunun altını çizdi.
O büyük yalanın Güneydoğu’da dağa taşa yazılmış olması, mutsuzlar
oranı en yüksek olan memleketimde artık nasıl tartışılıyorsa, çocuklara her gün içirilen ant da tartışılmalıdır. Ama mesele antın yalnız ‘Türk’ olmayanlara işkence ve gözdağı olarak okutulmasında değil. Her sabah sosyalleşme ritüeli olarak çocuklara dayatılan askeri düzenin çok tehlikeli olduğuna inanıyorum.
Ben çocuğumun varlığını Türk varlığına armağan ediverip huzur sürüsüne katılmasını istemiyorum.
Henüz bir adam tomurcuğuyken varlığını ille de armağan etmesi gereken bir yük olarak taşıma yordamı edinmesini istemiyorum. Büyüdükçe varlığını armağan edecek merciiler aramasını istemiyorum.
Her şeyin ötesinde seferberlik ruhuyla her an kendinden çok sevdiği vatanı için şehit olmaya hazır bir ruh haline bürünmesini istemiyorum. Sırtındaki bu kamburdan kurtulabilmek için vakit kaybetmesini istemiyorum. Kendisine ön kimlik olarak ‘Türküm’ü bellemesini hiç istemiyorum.
Çocuğumun bu korkunç törenlerde yanındaki arkadaşıyla hepimizin yapmış olduğu gibi kıkırdaşırken azarlanmasını, ceza almasını istemiyorum.
Kendini sıralara girip hazırola geçip marşlar, yeminler haykıran küçük bir asker olarak hissetmesinden korkuyorum.
Barış için bulduğumuz her umuda sarılırken, barışı özlemle beklerken, çocuklarımızın birer vatan bekçisi karikatürüne çizilip ilk duygulanmalarının hamasete armağan edilmesine karşı çıkmamız gerek.
Kardelenlerle, günebakanlarla adlandırıp eğitime teslim ettiğimiz çocukların ilk iş düşmanlara karşı mücehhez küçük nefret subaylarına dönüştürülmesi karşısında barış umudumuzu nasıl koruyabiliriz?
Çocuklara öğrenim hayatlarında ilk sunulan resme dikkatlice bakın.
Onlara sunulan ilk dünya tasviri, dünyayla arasındaki sınırların ezberletilmesi üzerine inşa ediliyor. Askeri düzen içinde korunması gereken vatan toprakları üzerinde sıkı bir hiyerarşi içine oturtuluyor. Varlığı, iradesi elinden alınıyor. Kendi adına hep rütbelilerin karar aldığı bir dünyayla her sabah bir kez daha çığlık çığlığa tanışıyor.
Her Türk, asker doğmaz. Hiçbir Türk, ya da Kürt ya da Fransız, asker doğmaz.
Bu memleket, 70 milyonluk bir ordu değildir.
Çocuklara süt içirin. Ant içmek istiyorsanız, her sabah kendiniz içersiniz.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Mayın tarlasındaki santrhaf

İÇERDEN KUMANDAN

ERKAN
GOLOĞLU

30/05/2009


Ben Başbakan’ın gençliğinde futbol oynadığına, üstelik Fenerbahçe’ye transfer olacak kadar iyi bir amatör küme topçusu olduğuna inanmıyordum. Avrupa’nın devlet adamlarının kendi aralarında yaptığı maçta Başbakan’ı seyrettim, üstüne yazı da yazdım ama futbolcu geçmişinin, halkın içinden geldiğine bizi inandırmak için atılmış bir cila olduğunu düşündüm, nedense. Hâlbuki göründüğü kadar kötü niyetli birisi de değilim.

Maçtan önce seremonideki fotoğrafların montaj, takım arkadaşlarıyla yapılan röportajların bile iyi kurgulanmış bir ekip çalışmasının ürünü olduğu kanısındaydım.
Başbakan’ın son iki hafta içindeki açıklamalarını okuduğumda, böyle bir geçmişi olduğuna dair bilgi ve belgeler hiç olmasaydı bile, 60’lı yılların sonuyla 70’li yılların başında futbol oynadığına, üstelik iyi bir defans oyuncusu olduğuna bahse girerdim.

‘60’lı yılların sonuyla 70’li yılların başını, laf olsun diye söylemedim. O dönemde, bilen bilir, iyi defans oyuncusunu anlatan en iyi söz, ‘top geçer adam geçmez’di. Savunmada kademe anlayışı henüz yerleşmediği için, adam seni geçtiğinde, bir de pis burunu dayarsa, sana gidip filelerden topu almak düşerdi. O sümüklü çelimsiz kaleci bile sana Lev Yaşin gibi bakardı.

Rakip santrfora tekme tokat dalmak, şimdiki gibi ‘sahalarımızda görmek istemediğimiz görüntülerden’ biri olmak şöyle dursun, bir santrhafı üstün kılan en önemli vasıftı.
Formalarının sırt numarası hep 5 olur ve bunlar, dediğim gibi çok sert oynarlardı. Bir pozisyonda rakibinin bacağını eline veren de o ‘5 numara’ olurdu, iki üç pozisyon sonra sert giren arkadaşını uyaran da aynı ‘5 numara’. 10 numaranın tribünün göz bebeği, ama 5 numaranın takımın ve oyunun hâkimi olduğu yıllardan söz ediyorum. Rakip onsekiz içinde kıvranan oyuncuyu koşup yerinden kaldıranın aynı oyuncu olduğuna inanamazdınız. Tuhaf bir şuursuzluk hali olurdu üstlerinde. Hangisini bilerek yaptığını anlamaya çalıştıkça siz kaybederdiniz şuurunuzu.
Lafı uzattığımın farkındayım.

Başbakan, çok değil iki hafta önce, “Ermeni kaçak işçileri geri göndeririz” dedi. Çalışma izni olmayan yabancıların çalıştığını hayatın içinde olmamız hasebiyle iyi kötü biliyorduk. Gel gör ki buna göz yumanın bizzat Başbakan olduğunu öğrendik, bu sözlerden. Tabii bir de bu göz yummakla, Başbakan’ın ayrıca nasıl bir gönül adamı olduğunu da... Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın müsteşarlarını görevinden edecek bu sözler, Başbakan’ın meziyeti oldu. En azından ‘yandaş’ basın, böyle yorumlamakta tereddüt etmedi.

Başbakan, “Geri göndermeyi insani bulmadığını” ekledi sözlerine. Böylece, geri göndermemekte olduğu için İnsanlık Müzesi’nde bir yer buldu. Bunun bir tehdit olduğu, bu tehdidin hangi müzede sergilenmesi gerektiğine dair ise, sadece bir iki cılız ses duyduk, o kadar!
Başbakan bu kez, üç beş gün önce “Yıllarca farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu.
Acaba kazandık mı?” dedi.
Aslında konu çok başkaydı. Mayın tarlalarının temizlenmesi işinin bir İsrail firmasına verileceği, böylece vatan toprağının Yahudilere, ‘peşkeş çekileceği’ konuşuluyordu. Haliyle işin içinde İsrail oldu mu, hemen bir Yahudi düşmanlığı kafasını uzatır. Zaten öyle oldu, oyunun tansiyonu yükseldi, topun oynanmadığı yerlerde de oyuncular arasında itiş kakış başladı. Tam o arada bizim santrhafın rakip kaleye kadar gidip yaptığı Roberto Carlosvari jestler gündeme damgasını vurdu.
“Farklı etnik kimlikleri kovarak ne kazandık” sorusuna, “Başbakanım, üç konak, 100 dönüm arazi ve güzel kızlarını aldık” cevabını verecek kadar ‘yırtık ve açık sözlü’lerimiz, zibil gibiydi ama ortam o ortam değildi. Böyle durumlarda topu en kolay taca nasıl atacaklarını iyi bildikleri için, ‘Vatan toprağı satılıyor’ diye acıklı sesler çıkarmaya başladılar.

Saha karışınca, hakem, oyunu tatil ederek soyunma odasının yolunu tuttu.
Kaçak Ermeni işçileri geri göndermekle tehdit eden de aynı 5 numara, farklı etnik kimliklere zulmü reva gören bu ‘büyük devlet geleneği’ne gard alan da aynı 5 numara. Şimdi haklı olarak seyirci bu 5 numaranın genetik kodlarını çözmeye çalışıyor.
Cevap basit: İkisi de aynı santrhaf. Bu ülkede birbirine bu kadar zıt iki şeyi on gün arayla söylemenin hiçbir maliyeti yok, çünkü. ‘Münferit’ açıklamalar oluyor, bunlar.
Herkes, bir münferit bulup arkasına sığınabiliyor.

Yine de, “farklı etnik kimlikleri kovmanın” sıkıntısını bir başbakanın ağzından duymak, beni hoşnut ediyor. Münferit bile olsa.
Seviyorum bu açıklamayı. Kızım Bedriye’nin çok sevdiği bir parça var, ben de ondan biliyorum. Onu koymasını istiyorum. En sahici olan, bu şarkı, diyorum kendi kendime.
Şebnem Ferah’ın şarkısı, “Mayın tarlasında dolaşıp durmuşum aşk sanıp da” diye başlıyor. “Bedenim sağlam bulunmuş, yüreğim paramparça” diye bitiyor.

Gazete ve Dergilerden...

Bugüne kadar beğenerek okuduğum ve saklayıp yeniden okumak istediğim gazete ve dergi yazılarını kesip bir yerlerde saklasam da yeterince muhafaza edemedim. Bir şekilde ya kayboldular ya da "Aa bak zamanında bunları da kesip saklamışım. Ama bugüne kadar bakmadım bundan sonra da bakmam heralde" denilip kağıt çöpüne gönderildiler. O nedenle bundan böyle beğendiğim ve internette de olan her türlü metni tarihin ve zihnimin karanlık köşelerinde kalmaktan azad etmek için onlara blogumda yer vereceğim. Vatana millete hayırlı uğurlu olsun...

18 Mayıs 2009 Pazartesi

MIMOZA Volkan Konak


Kendi dizaynımız olan kütüphanemizde oldukça önemli bir yer ayırdığımız CD'lik için ilk aldığımız CD'lerden biri oldu Volkan Konak'ın Mimoza albümü.
Parçalar seçilirken ve müzikal alt yapı oluşturulurken özenli davranıldığı ve yoğun emek harcandığı hemen anlaşılıyor. Albümün genel olarak insana huzur verdiğini ve kafa dinlemek isteyenlere birebir olduğunu söyleyebilirim. Ön plana çıkan parçalar albüme adını veren "Mimoza Çiçeğim" başta olmak üzere "Göklerde Kartal Gibiyim" ve "Tahir ile Zühre-Hoşgeldin Kadınım". Bunların dışında "Yarim Yarim", "Aynalar" "Keklik Gibi" parçalarının Volkan Konak yorumu da fena olmamış. Özellikle Keklik Gibi'deki saz ve klarnet sololar güzel olmuş. Tabii bunlar yerine yeni parçaların daha fazla olmasını isterdim orası ayrı. Laz türkülerine de yer verilmiş bolca. Gözlerini kapatınca kendini karadeniz yaylalarında hayal edebiliyor insan.
Nazım Hikmet'in dizeleri ve Uğur Varol'un perdesiz gitar tınıları üzerine Volkan Konak yorumu "Tahir ile Zühre" ve devamında "Hoşgeldin Kadınım"'ı ilk dinlediğimde, biraz da şiveli olmasından sanırım, garipsemiştim. Ancak daha sonra tam da garip bulma nedenimden, daha bir samimi geldi bana. Peş peşe okunan bu iki şiirle sanki ilk şiirde sevda yüzünden ölmek ayıp değil, bütün iş Tahir ile Zühre olabilmekte, yani yürekte diyen ve aşkını ilan eden Tahir, Hoşgeldin Kadınım diyordu Zühre'sine ikinci şiirde ve hikaye böylece tamamlanıyordu. Albumün son parçası ise o ana kadar dingin giden ve Tahir ile Zühre ve Hoşgeldin Kadınım'la daha da yavaşlayan tempoyu birden arttıran laz-rock (böyle bir terim var mı bilmiyorum ama:) diyebileceğim bir parça.
Özetle başarılı bir album olmuş, keyifle dinleniyor. Tavsiye ediyorum.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Self's Deception

Before this book I first tried to read Flaubert's Madam Bovary in order to enrich my vocabulary knowledge especially for my relatively weak English speaking. After one week trial I realized that it would not help much because of the old fashioned words I had never heard before. And since I was looking in dictionary for every unfamiliar word , reading that way was suffering to me. Than I gave up that book and decided to read something up to date. First I finished an easy read series book (A Cool Head by Ian Rankin) that took about three days to complete and it was entertaining. Than I ventured to start this 334 pages book. Now I'm happy to manage to finish it. Since I only read in the minibus going to and coming from work I finished it in about one month. At the beginning I spent lots of time to take notes of the words that I didn't know. Than I changed the way I read and went on reading without jotting down the words but underlying them. It sped me up very much.
Gerhard Self, a former Nazi public prosecutor and now a private detector is the protagonist of Self's Deception. He takes a case to investigate about a young girl (Leo Salger) from a mysterious client with a satisfactory payment. The client introduces himself on the phone as the father of Leo Salger and says he was anxious about his daughter's life. At first Gerhard doesn't want to accept the case but the money is too much to refuse. While he is investigating he realizes that the case is not as simple as a father who is looking for his daughter. Leo Salger is being accused of taking part in a terrorist attack to an American Installation in Germany. But the attack is being hidden from the public and is kept as a secret till a murder. Than a search warrant for Leo is published but Self has already reached her. Because of the mysterious things about the case and also he is a bit attracted by her he helps her to escape outside the country. His help come out and he is sent to prison. But before that he solves who is behind the murder and what is all behind the terrorist attack. So he bargains with the police and rescue Leo Salger and himself from prison. It takes time in mental hospital for Leo to be normal again.
It was entertaining but now I have a lot of words to retrace.