YILDIRIM
TÜRKER
Türkiye
08/06/2009
Milli eğitimimiz başından beri suç ve cezanın sularında seyretmiştir.
En halinden memnun muhafazakârın bile münferit demeye dili varmayacak yoğunlukta, basbayağı sistematik bir işkence mekanizması, ilköğretim kurumlarının temelini oluşturur.
Her ne kadar büyük şehirlerin kimi mutena semtlerindeki devlet okullarında bu konuda bir dikkat gözlemlemek mümkünse de dayak yemeden mezun olan çocuk bulmak güç olacaktır.
Söz konusu işkence mekanizması, kıyıcı alaydan kaba dayağa, hakaretten tehdide geniş bir yelpazede çocukların nefretle tımar edilmesini sağlar.
Çocuklara öncelikle sarsılmaz bir suçluluk duygusu aşılayıp onları her an tetikte, özgüveni sıfırlanmış tutmak elbette devletin otorite ve kullanımı anlayışıyla bire bir örtüşüyor. Dolayısıyla böyle devlet yapılanmasına böyle maarif!
‘Her şeyin başı eğitim’e içtenlikle inanan Cumhuriyet mücahidi kesimin bu konuda bir hassasiyet gösterdiğini hatırlamıyoruz. Çocukları envai çeşit gayretkeş örgütlenme sonucu eğitim kurumlarına teslim eden, teslim ettiklerinin sayısıyla rekor-skor denklemleri kuran loş aydınlanmacı bu hareketlerin Türkiye’nin yerleşik eğitim yordamıyla ilgili bir dertleri olduğunu da söyleyemiyoruz.
Okulda dayakçı öğretmenlerin daha sık ebeveyn baskısıyla karşılaştığını zannediyorum. Öğretmenler de genel olarak dayak konusunda eski güllabiciler gibi hovarda davranmıyordur herhalde. Ama müfredata bakıldığında bu küçük ıslahat hareketinin pek bir anlamı olmadığını görmek mümkün.
Büyük küçük şehirlerde, çocuklarını, mutsuz öğretmenlerin dayağından korumaya yeminli, hali vakti elveren kesim, devlet okullarının iyiden iyiye beter haline bakıp çocuklarını nicedir özel eğitim kurumlarına gönderiyor.
Bu hızla yükselen ticari sektörün acımasız örgütlenmesi üzerine de bir şeyler yazmak şart.
Ama fark eden bir şey yok. O müstehcen fiyatlarıyla, ilk bakışta yurtdışındaki muadillerini hatırlatan uygarlık dekorlu okulların verdiği eğitimin birkaç teknik ve ticari
güleryüz dışında sundukları ne zannediyorsunuz? Benim 40 yıl önceki ilkokul eğitimimden bu yana ne Atatürk’ün doğduğu evin boyası, ne kovaladığı kargalar değişmiş. Okutulan hamasi şiirler bile aynı.
Milli Eğitim’in saptamış olduğu vasat aynı olduktan sonra o kurumlar da devletin hırçın kurumları gibi aynı resmi ideoloji telinden çalıyor. İlkokul ikinci sınıfa giden oğlumun matbu matematik ödevlerindeki problemlerde erkekler ve ‘bayan’ların hesabı
yapılıyor. Bana da oğluma bayan kelimesinin uygun olmadığını, ‘kadın’ demenin ayıp olmadığını anlatmak kalıyor. Öğretmeni, itiraz ettiğinde ‘kibarlık’tan dem vurmuş. Oğlum, kadına ‘bayan’ demenin kasaba kibarı- kadın düşmanı atmosferinde uygarlığı keşfediyor.
Kimi barajların suz sızdırmasıyla birlikte artık tartışabiliyoruz ya, Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’ya ilköğretim öğrencilerine her gün ant içirilmesi sorulmuş. Bakan olmasa da olabilir anlamına gelecek bir yanıt vermiş. Siyasetçinin nabız yoklaması, anlayacağınız.
Milliyetçi kuruluşlar bakanın söylediklerine köpüren, açıklamalar yapıp cansiperâne bir savaş başlattılar. Eğitim-Sen ise uygulamanın kaldırılmasını istedi.
Mesele, elbette öncelikle Kürt illerinde yaşayan çocuklara zor kullanarak ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ yalanını bağırtmak bağlamında tartıldı. Kimi Müslümanlar da çocuklarına dayatılan düsturun kendi anlayışlarına ters olduğunun altını çizdi.
O büyük yalanın Güneydoğu’da dağa taşa yazılmış olması, mutsuzlar
oranı en yüksek olan memleketimde artık nasıl tartışılıyorsa, çocuklara her gün içirilen ant da tartışılmalıdır. Ama mesele antın yalnız ‘Türk’ olmayanlara işkence ve gözdağı olarak okutulmasında değil. Her sabah sosyalleşme ritüeli olarak çocuklara dayatılan askeri düzenin çok tehlikeli olduğuna inanıyorum.
Ben çocuğumun varlığını Türk varlığına armağan ediverip huzur sürüsüne katılmasını istemiyorum.
Henüz bir adam tomurcuğuyken varlığını ille de armağan etmesi gereken bir yük olarak taşıma yordamı edinmesini istemiyorum. Büyüdükçe varlığını armağan edecek merciiler aramasını istemiyorum.
Her şeyin ötesinde seferberlik ruhuyla her an kendinden çok sevdiği vatanı için şehit olmaya hazır bir ruh haline bürünmesini istemiyorum. Sırtındaki bu kamburdan kurtulabilmek için vakit kaybetmesini istemiyorum. Kendisine ön kimlik olarak ‘Türküm’ü bellemesini hiç istemiyorum.
Çocuğumun bu korkunç törenlerde yanındaki arkadaşıyla hepimizin yapmış olduğu gibi kıkırdaşırken azarlanmasını, ceza almasını istemiyorum.
Kendini sıralara girip hazırola geçip marşlar, yeminler haykıran küçük bir asker olarak hissetmesinden korkuyorum.
Barış için bulduğumuz her umuda sarılırken, barışı özlemle beklerken, çocuklarımızın birer vatan bekçisi karikatürüne çizilip ilk duygulanmalarının hamasete armağan edilmesine karşı çıkmamız gerek.
Kardelenlerle, günebakanlarla adlandırıp eğitime teslim ettiğimiz çocukların ilk iş düşmanlara karşı mücehhez küçük nefret subaylarına dönüştürülmesi karşısında barış umudumuzu nasıl koruyabiliriz?
Çocuklara öğrenim hayatlarında ilk sunulan resme dikkatlice bakın.
Onlara sunulan ilk dünya tasviri, dünyayla arasındaki sınırların ezberletilmesi üzerine inşa ediliyor. Askeri düzen içinde korunması gereken vatan toprakları üzerinde sıkı bir hiyerarşi içine oturtuluyor. Varlığı, iradesi elinden alınıyor. Kendi adına hep rütbelilerin karar aldığı bir dünyayla her sabah bir kez daha çığlık çığlığa tanışıyor.
Her Türk, asker doğmaz. Hiçbir Türk, ya da Kürt ya da Fransız, asker doğmaz.
Bu memleket, 70 milyonluk bir ordu değildir.
Çocuklara süt içirin. Ant içmek istiyorsanız, her sabah kendiniz içersiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder