30 Mayıs 2009 Cumartesi

Mayın tarlasındaki santrhaf

İÇERDEN KUMANDAN

ERKAN
GOLOĞLU

30/05/2009


Ben Başbakan’ın gençliğinde futbol oynadığına, üstelik Fenerbahçe’ye transfer olacak kadar iyi bir amatör küme topçusu olduğuna inanmıyordum. Avrupa’nın devlet adamlarının kendi aralarında yaptığı maçta Başbakan’ı seyrettim, üstüne yazı da yazdım ama futbolcu geçmişinin, halkın içinden geldiğine bizi inandırmak için atılmış bir cila olduğunu düşündüm, nedense. Hâlbuki göründüğü kadar kötü niyetli birisi de değilim.

Maçtan önce seremonideki fotoğrafların montaj, takım arkadaşlarıyla yapılan röportajların bile iyi kurgulanmış bir ekip çalışmasının ürünü olduğu kanısındaydım.
Başbakan’ın son iki hafta içindeki açıklamalarını okuduğumda, böyle bir geçmişi olduğuna dair bilgi ve belgeler hiç olmasaydı bile, 60’lı yılların sonuyla 70’li yılların başında futbol oynadığına, üstelik iyi bir defans oyuncusu olduğuna bahse girerdim.

‘60’lı yılların sonuyla 70’li yılların başını, laf olsun diye söylemedim. O dönemde, bilen bilir, iyi defans oyuncusunu anlatan en iyi söz, ‘top geçer adam geçmez’di. Savunmada kademe anlayışı henüz yerleşmediği için, adam seni geçtiğinde, bir de pis burunu dayarsa, sana gidip filelerden topu almak düşerdi. O sümüklü çelimsiz kaleci bile sana Lev Yaşin gibi bakardı.

Rakip santrfora tekme tokat dalmak, şimdiki gibi ‘sahalarımızda görmek istemediğimiz görüntülerden’ biri olmak şöyle dursun, bir santrhafı üstün kılan en önemli vasıftı.
Formalarının sırt numarası hep 5 olur ve bunlar, dediğim gibi çok sert oynarlardı. Bir pozisyonda rakibinin bacağını eline veren de o ‘5 numara’ olurdu, iki üç pozisyon sonra sert giren arkadaşını uyaran da aynı ‘5 numara’. 10 numaranın tribünün göz bebeği, ama 5 numaranın takımın ve oyunun hâkimi olduğu yıllardan söz ediyorum. Rakip onsekiz içinde kıvranan oyuncuyu koşup yerinden kaldıranın aynı oyuncu olduğuna inanamazdınız. Tuhaf bir şuursuzluk hali olurdu üstlerinde. Hangisini bilerek yaptığını anlamaya çalıştıkça siz kaybederdiniz şuurunuzu.
Lafı uzattığımın farkındayım.

Başbakan, çok değil iki hafta önce, “Ermeni kaçak işçileri geri göndeririz” dedi. Çalışma izni olmayan yabancıların çalıştığını hayatın içinde olmamız hasebiyle iyi kötü biliyorduk. Gel gör ki buna göz yumanın bizzat Başbakan olduğunu öğrendik, bu sözlerden. Tabii bir de bu göz yummakla, Başbakan’ın ayrıca nasıl bir gönül adamı olduğunu da... Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın müsteşarlarını görevinden edecek bu sözler, Başbakan’ın meziyeti oldu. En azından ‘yandaş’ basın, böyle yorumlamakta tereddüt etmedi.

Başbakan, “Geri göndermeyi insani bulmadığını” ekledi sözlerine. Böylece, geri göndermemekte olduğu için İnsanlık Müzesi’nde bir yer buldu. Bunun bir tehdit olduğu, bu tehdidin hangi müzede sergilenmesi gerektiğine dair ise, sadece bir iki cılız ses duyduk, o kadar!
Başbakan bu kez, üç beş gün önce “Yıllarca farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu.
Acaba kazandık mı?” dedi.
Aslında konu çok başkaydı. Mayın tarlalarının temizlenmesi işinin bir İsrail firmasına verileceği, böylece vatan toprağının Yahudilere, ‘peşkeş çekileceği’ konuşuluyordu. Haliyle işin içinde İsrail oldu mu, hemen bir Yahudi düşmanlığı kafasını uzatır. Zaten öyle oldu, oyunun tansiyonu yükseldi, topun oynanmadığı yerlerde de oyuncular arasında itiş kakış başladı. Tam o arada bizim santrhafın rakip kaleye kadar gidip yaptığı Roberto Carlosvari jestler gündeme damgasını vurdu.
“Farklı etnik kimlikleri kovarak ne kazandık” sorusuna, “Başbakanım, üç konak, 100 dönüm arazi ve güzel kızlarını aldık” cevabını verecek kadar ‘yırtık ve açık sözlü’lerimiz, zibil gibiydi ama ortam o ortam değildi. Böyle durumlarda topu en kolay taca nasıl atacaklarını iyi bildikleri için, ‘Vatan toprağı satılıyor’ diye acıklı sesler çıkarmaya başladılar.

Saha karışınca, hakem, oyunu tatil ederek soyunma odasının yolunu tuttu.
Kaçak Ermeni işçileri geri göndermekle tehdit eden de aynı 5 numara, farklı etnik kimliklere zulmü reva gören bu ‘büyük devlet geleneği’ne gard alan da aynı 5 numara. Şimdi haklı olarak seyirci bu 5 numaranın genetik kodlarını çözmeye çalışıyor.
Cevap basit: İkisi de aynı santrhaf. Bu ülkede birbirine bu kadar zıt iki şeyi on gün arayla söylemenin hiçbir maliyeti yok, çünkü. ‘Münferit’ açıklamalar oluyor, bunlar.
Herkes, bir münferit bulup arkasına sığınabiliyor.

Yine de, “farklı etnik kimlikleri kovmanın” sıkıntısını bir başbakanın ağzından duymak, beni hoşnut ediyor. Münferit bile olsa.
Seviyorum bu açıklamayı. Kızım Bedriye’nin çok sevdiği bir parça var, ben de ondan biliyorum. Onu koymasını istiyorum. En sahici olan, bu şarkı, diyorum kendi kendime.
Şebnem Ferah’ın şarkısı, “Mayın tarlasında dolaşıp durmuşum aşk sanıp da” diye başlıyor. “Bedenim sağlam bulunmuş, yüreğim paramparça” diye bitiyor.

Hiç yorum yok: