11 Ekim 2007 Perşembe

İKONA


NEIL OLSON

Okunma Tarihi: 1-11/10/2007
Pek Mühim Not: Henüz kitabı okumamış ve okumayı düşünenler lütfen iki paragraftan fazlasını okumasınlar.
Öncelikle 454 sayfalık bir kitabı bitirmiş olmak benim için önem taşıyor. Genellikle bitirmek için bir kaç okuma seansının yeterli olmayacağı uzunluktaki kitapları, hikayesi de çok ilgimi çekmemişse, yarıda bırakırım. Bu kez farklı davranmamın sebebi, okuyucularıma karşı hissettiğim sorumluluk olsa gerek. İşe giderken serviste elimde İkona’yı gören mesai arkadaşlarımın kitap hakkında soru sorma ihtimalini de göz ardı etmedim tabi. O kadar da abartıp haksızlık etmeyeyim kitaba. Bitirdiğinde iyi ki de yarıda bırakmamışım dedirtiyor insana. Sonlarına doğru yaşlı yaşlı adamların ihtiraslarıyla alevlenen ikonayı elde etme mücadelesi nefes kesiyor. İkonayı ele geçirmeye çalışan dedem yaşındaki ihtiyarlar, aslında ikonanın onları ele geçirdiğinin farkına varmıyorlar. Çok kan dökülüyor çok yazık oluyor gencecik şeyy yaşlıcık bedenlere.
Neil Olson, Jean Christophe Grange’ın kitaplarındaki heyecan ve gerilim seviyesine ulaşamasa da zaman zaman hareketlenen anlatımıyla okuyucuya keyif vermeyi başarıyor. Macera ve gerilim beklentisi ile alıp bu türü sevenlere biraz hafif gelebilecek sıradan bir roman.
Neyse geyiğe son verip kitaptan bahsedeyim biraz da.
Hikaye II. Dünya Savaşı sırasında bir Yunan köyünde Nazilere karşı özgürlük mücadelesi başlatıp dağlara çıkan “andarte”lerin, yüksek rütbeli bir nazi subayıyla (andartelerin değimiyle Prens) kendilerine silah sağlaması ve halktan daha fazla kimsenin kurşuna dizilmemesine karşılık, köy klisesinde asılı bulunan ve üzerinde İsa’nın kanıyla Meryem’in giysisinden parçaları barındırdığına inanılan, pek kutsal ikonayı değiş tokuş için anlaşmaları ile başlıyor.
İkonanın büyüsünden etkilenen andarteler arasında ihtilaf çıkıyor doğal olarak. Zaten babası da güvenilir olmayan Kosta ihanet ediyor İkonayı kaçırıyor. Neyseki yüz başı Elias var. Ona hak ettiği cezayı veriyor...
İkona 2000’li yıllarda New York’da özel kolleksiyoncu Kessler’in elinde ortaya çıkıyor. Kessler öldükten sonra kızı Ana’nın ikonayı satışa çıkarması onu yeniden ilgi odağı yapıyor.. Eski andartelerden Fotis (namıdiğer Yılan), bir anadolu delikanlısı kadar saf olup müzede görev yapan vaftiz oğlu Matthew’ı kandırarak, Ondan Ana Kessler’i etkilemesini ve ikonayı düşük bir fiyata da olsa yunan kilisesine satması için ikna etmesini istiyor. Eseri müze adına incelemekle görevli olan Matthew ile Ana arasında (bence ileride film çekilme olasılığı hesabedilerek) bir de aşk yaşanıyor. Ama Matthew’ın tavsiyesiyle yunan kilisesine satıldığı düşünülen ikonanın aslında Dragoumis’e (Fotis) gittiği ve kiliseyle ilgisi olmadığı ortaya çıkıyor. Fotis’in adamı Karov da Fotis’e ihanet ediyor. İkonayı, kıza iki kat fiyat teklif etse de almayı başaramayan del Carros’a satmak istiyor. Fotis 90 ‘ına merdiven dayamış belki ama hala cin gibi. Gerçek ikona yerine sahtesini koyuyor. Olaylar olayları izliyor. Del Carros’un da başta bahsettiğim Alman subay olduğu sonradan ortaya çıkıyor. Matthew kıza karşı boş olmadığından ve olanlardan kendini sorumlu tuttuğundan, Del Carros (Prens) ikona aşkından, Ana Matthew’ın peşinden , Kosta’nın büyüyüp rahip olan kardeşi (ikona yüzünden babası ve ağabeyini kaybetmişti) ikonayı yok etme niyetinden, yüzbaşı Elias aman Matthew’e birşey olmasın diyen babalık iç güdüsünden Dragoumis’in daha doğrusu İkonanın peşine düşüyorlar.
Sonunda Matthew Dragoumis’in olduğu yeri buluyor. Matthew saf ya, takip edildiğini anlamıyor. Peşinden yukarıda sayılan nedenlerle türlü kişiler mekana geliyorlar. Silahlı çatışma, yangın derken biraz daha kan dökülüyor ve sonunda ikona yanarak kül oluyor. Aslında Prens içerde ikonayla alevler içerisinde kaldığından ve çıkıp çıkmadığını görmediklerinden sonuçtan tam da emin olamıyorlar.(Burada da serinin devam filmi için açık kapı bırakılıyor gibi geldi bana.) Bitti.

Hiç yorum yok: