1 Şubat 2013 Cuma

AYLAK ADAM

AYLAK ADAM
Yazar: Yusuf Atılgan
Tür: Roman
Sayfa Sayısı:159

Aylak adam farklı biri. Hayatını belli kalıplar içinde, diğerleri gibi yaşamak midesini bulandırıyor. Hep farklı olanı ya da daha doğrusu genelin uygun bulmadığını arıyor hayatta. Aylaklığının yanı sıra aşk adamı aynı zamanda. Ancak onu da herkes gibi yaşamak değil derdi. İmkansız olanı, kafasında kurduğu hayale birebir uyan, belki hiç olmayan kadını arıyor roman boyunca. Kendince farklı, aykırı gördüğü kadınlarla kısa süreli ilişkiler yaşıyor. İlişkilerini, diğerlerininkine benzemeye başladığını hissettiğinde ya da kendini tekrar ettiğini anladığındaysa bitiriveriyor.

Çoğu zaman hayattan küçük işaretler bekliyor harekete geçip bir şeyler yapmak için. Hayal gücü sayesinde de, sıradan olan olaylara sıradan olmayan bir sürü anlamlar yükleyebiliyor.

İsmi sorulduğunda kitabın bir yerinde şöyle diyor "Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır. Doğar doğmaz, o bilmeden başkaları veriyor. Ama yapışıp kalıyor ona. Oysa bir insanın sigara içip içmediğini bilmek bile adını bilmekten daha önemlidir." bu nedenle kahramanın adını hiç bir zaman öğrenemiyoruz. Hikayeyi anlatan ona C. diyor. Bazı yerlerde isimler, bazen de B. gibi kısaltmalar kullanılıyor. İlk bir kaç sayfa 1. tekil şahıstan anlatılan hikaye sonra 3. tekil şahsa dönüyor. Kahraman belki bu arada kendine yabancılaşıyor. Kitabın kendi de normal olandan farklı olmaya, alışılmadık olmaya gayret ediyor ki bu yönüyle hikayesini anlattığı Aylak Adam'a benziyor.

Bu kitap hakkında, en azından benim için, derli toplu düşünceler oluşturmak oldukça güç. Aylak adamın kafası gibi sizin de okur olarak kafanız karışıyor ve pek bir şey hatırlamıyorsunuz kitabı bitirince. Geriye okurken alınan notlar kalıyor. Ancak sadece bunlar bile eserin ne kadar değerli ne kadar özel olduğunu kanıtlamaya yetiyor. Sonunda insana iyi ki okumuşum dedirtiyor.

 Aldığım notlardan ilki büyük şehirde dalgınlık yapılamayacağı üzerine:

"Birden arkalarındaki o korkunç fren gıcırtısıyla ürperdiler. Yüzü buruşurken dönüp baktı. Deminki çocuk tekerleklerin yanına eğilmiş topunu arıyordu. Arabanın ön penceresinden uzanmış surat bağırıyordu. -"katil olacağız be. Yok mu bu piçin anası?" Bıyıklıydı. Bu yüzü eskiden bir yerlerde görmüş gibiydi. Bir kaç kişi koşuştular. Bir kadın çocuğu dövdü. Dayak yiye yiye bu şehirde yaşamayı öğrenecekti. Hep tetikte olacaktı. yasaktı dalgınlık. Daldı mı, büyük şehir insanı kornalar, çanlar, küfürler, gıcırtılar, çarpmalarla kendine getiriyordu. Güler'e baktı. onlar da mı dalmıştılar. Yoksa bu şehir onları da mı kendilerine getirecekti."

Büyük şehir trafik, hayat gailesi koşturmacalar her daim tetikte olmayı öğretiyor insana, her daim dikkatli olmayı. Keşke bu kadar dikkatli olmadan da yaşanabilse, keşke dalgınlık hakkımızı elimizden almamış olsaydı yaşadığımız şehirler. Çünkü bazen günlük yaşamın koşturmacasından sıyrılmaya, daha yaşanılası bir dünya yaratma adına, kendini başka şeylere vermeye, gerçekten dalmaya  ihtiyacı oluyor insanın.

Bir başka kısımda ise sinemadan çıkan insanın kısa süreli esrikliğine dair Aylak Adam şöyle diyor::
"Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor: sinemadan çıkmış insan. gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar."

Evli çiftlere bakış açısını tüm karamsarlığıyla adeta kusuyor sayfalara. Şöyle diyor:
-Ben o evi biliyorum, dedi. Üç oda bir mutfaklı değil mi?
-Nerden biliyorsun?
-İçinde oturanları tanıyorum. Erkek en yakın lisede İngilizce öğretmeni. Karısı onunla evlensin diye okulunu yarım bıraktı. Sevişerek evlendiler. İki çocukları var: Biri kız biri oğlan. Erkek akşamları elinde paketler, kese kağıtlarıyla döner. yemek yerler. Çoğu geceler adam ya öğrencilerin yazılı ödevlerini düzeltir, ya da gazete okur. Arada "bu yıl kömür kıtlığı olacakmış" diye mırıldanır. Kadının kucağında hep yamanacak bir şeyler bulunur. Kocasına bakar. "Uğrunda fakülteyi bıraktığım bu rahatına düşkün adam mıydı?" diye düşünür. Sonra dalar. Bir gün okula giderken bir genç gözünün içine içine bakmıştı." Neden kaşlarımı çattım ona, diye hayıflanır, onunla belki başka türlü olurdu." Ya birlikte uyudukları yatak... Erkek karısının değiştiğini, okula yeni verilen tarih hocasını düşünür. Karısı otobüsteki gençledir...

O böyle biri işte. İnsanı evliliğinden, işinden soğutan keskin sözleri pat diye söyleyiveriyor. Hayalinde canlandırdığı evli çiftlerin yaşamı bu şekilde, tek düze, sıkıcı, samimiyetsiz. Aylak adam insanların hayatları hakkında yaptığı çıkarımların doğru olup olmadığıyla ilgilenmiyor. Bunu anlamak için çaba da göstermiyor, onlarla temas kurmaktan kaçınıyor çünkü aslında onlar gibi, herkes gibi olmaktan korkuyor.

Evli çiftlerin hayatlarına ilişkin çıkarımlara benzer bir çıkarımı "Saatler" adlı hikayesinde de görürüz Yusuf Atılgan'ın. Saatler'deki kahraman saatçi dükkanından içeri girmeden dışarıdan yaptığı gözlemlerle, saatçinin hareketlerinden onun tüm hayatına ilişkin bir takım çıkarımlar yapar. Karısıyla olan ilişkisini ya da elinde tuttuğu saati ona getiren müşterinin nasıl biri olduğunu hayalinde canlandırır. Sonunda hayalinde yarattığı saatçiyi çok sever, İmgelemindeki saatçi o kadar iyi biridir ki, bozulan saatini tamir için başka bir saatçiye götürür. Çünkü hayalindeki adama rastlayamamaktan, onu öldürmekten korkar. Bu nedenle saatçi o nasıl hayal ettiyse hep o şekilde kalır. Okuyucuyla buna benzer oyunları çok güzel oynar Yusuf Atılgan.

Bir başka not ettiğim kısımda Aylak Adam hoşgörünün olamayacağından bahsediyor:
" İnsan kendininkine uygun olmayanı bağışlamaz. Biz, hoşgörüsü olmadığını bile bile, başkalarında kendininkinden ayrıyı bağışlamaya çalışana hoşgörülü diyoruz."

Aylak Adam takıntılı. Sevgililerinin bacaklarına takıntılı. Bıyıklı adamlara takıntılı. Şaşı kadının memelerine takıntılı. Kulağının kaşınmasına takıntılı. Aylak Adam'ın  Oedipus sendromundan mütevellit bir takım psikolojik sıkıntılar içerisinde olması başlı başına detaylı incelemeyi hak eden bir konu. Çok detaya girmeden söyleyebilirim ki tüm takıntılarının kaynağından babasına olan nefreti geliyor. Babasının kendisine yaşattığı zorluklar ve teyzesini elinden alması nedeniyle ondan nefret ediyor. Kendi sözleriyle, babasını sevmemenin vicdan azabını, babasının zalimliği sayesinde hafifletebiliyor.


Son olarak Aylak adamın Kuyara Adako adını verdiği ve insanın her daim yaşadığı çatışmalarla ilgili hoşuma giden aşağıdaki kısmı da paylaşayım ve konuyu burada kapatayım.

"Kuyara ile Adako bütün çağların trajedisi. Ku-ya-ra: 'Kumda yatma rahatlığı'; A-da-ko:'Ağaç dalı kompleksi' . Kuyara alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. biteviye geçen günlerin rahatlığı. Ya adako? Ağaç dalındaki gövdeden ayrılma eğilimi. Hep öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben 'ağaç dalı kompleksi' diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla kuyara dişidir. Adako erkek. pek seyrek cins değiştirdikleri de olur.Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu Adako'yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona."

Aylak adam, balta işlemeyen aykırı bir dalın hikayesi. Sakin sakin, sindire sindire okuyunuz.


9/10



14 Ocak 2013 Pazartesi

ŞEKER PORTAKALI

ŞEKER PORTAKALI
Yazar: Vasconcelos
Tür: Roman
Çevirmen: Aydın Emeç
Sayfa Sayısı: 208


Öncelikle bu kitabı okumama vesile olan Talim Terbiye Kuruluna sonsuz  teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Sağolsunlar varolsunlar.

Kitabı, “acaba neresinde açık saçık bir şey var da uygun bulmadılar” merakı içerisinde ve tüm şehvet duygularımı kabartmış olarak, büyük bir açlıkla okudum.  Okuma eylemimi servis minibüsünde yapmam beni biraz gerse de, sonuçta aile var, azimle okumaya devam ettim. Toplumsal baskılara, delici bakışlara aldırış etmeden bir çırpıda bitiriverdim.

Sonuç ne mi oldu?
Koca bir hayal kırıklığı diyebilirim. Şehvet duygularım kabardığıyla kaldı. Demek ki hayal gücüm kitaptaki tahrik edici ögeleri görebilecek kadar gelişmemişti.

Kitabı gayri ahlaki bulan kurulun üyeleri acaba benim göremediğim ne görmüşlerdi. Nasıl bir psikoloji içinde okumuşlar ve nesinden tahrik olmuşlardı? Bunları anlayamadığıma üzüldüm. Ancak bu değerli kurumun imgelemi böylesine geniş kişilerden oluşması beni sevindirdi, hayal kırıklığımı bir nebze olsun giderebildi.  Ülkem adına sevindim diyebilirim.

Kitapta bir yerde Zeze’nin sözleri biraz müstehcen bir şarkıyı söylemesi dışında bir falso göremedim.İktidar sahipleri açısından buradaki müstehcenlikten daha çok Zeze’nin ailesinin fakirliğine ve buna göz yumduğu için tanrıya olan isyanı daha rahatsız edici olabilir. Kitap büyük olasılıkla bu nedenle uygun bulunmamuştır. Çünkü düşününce Zeze’nin yaptığı sorgulamalar iktidar sahiplerinin işine gelmeyecektir.

Kitabı okurken bir kaç defa gözlerim doldu. Özellikle Zeze'nin "insanın fakir babası olması ne kadar da kötü" deyivermesi bir baba olarak beni de can evimden vurdu. Ancak ağlamadım tuttum kendimi. Yukarıda da belittiğim gibi servisteydim ve elimde uygun bulunmamış olsa da bir çocuk kitabı vardı, ne derlerdi. 

Kitabı  kesinlikle kızıma okutacağım ve Zeze kadar hayal gücü geniş bir çocuk olarak yetiştirmek için elimden geleni yapacağım.

Kitapları yasaklayabilirler belki ancak hayal kurmaya engel olamazlar. Zeze’yi okuyun okutun.  

9/10

6 Ocak 2013 Pazar

KÖRLEŞME

KÖRLEŞME
Yazar: Elias Canetti
Tür: Psikolojik Roman
Çevirmen: Ahmet Cemal
518 sayfa

Uzun süredir bir kitabı yarım bırakmamıştım. Körleşme ile bu geleneğime de bir son vermiş oldum. Pişman mıyım? Hayır. Çok bile okudum. Kitap 518 sayfa ama normal büyüklükte bir fontta yazılsa  800 sayfayı rahatlıkla bulabilir. Böyle düşününce zaten okuduğum 300 sayfa ile 518 sayfayı devirmiş oluyorum. Tamamını okumuş sayılırım. İçim rahat.

Peki Nobel ödülü almış bu kitabı, daha doğrusu yazarı, (dip not: nobel edebiyat ödülü esere değil yazarlara verilir.) neden yarım bıraktım? Şimdi de yazarı yarım bırakmış gibi oldu. Anlatım bozukluğu yapmamak için daha detaylı düşünmek lazım. Ancak buna ayıracak zamanım yok. Siz olayı anladınız işte, adama nobel ödülü vermişler ama kitabını okuyamadım. Sanat filmleri bazen hoşa gitmez, halk anlamaz ya öyle düşünelim. (Elitist miyim neyim). İşte kitabı neden bitiremedim, neden yarım bıraktım bunu eminim siz de merak ettiniz. Halen okuyorsanız zaten ya çok sabırlısınız ya da prensip sahibisiniz ve başladığınız işi bitirmek istiyorsunuz ya da belki de sadece merak içerisindesiniz. Hangi psikolojik faktör bu yazıyı okumaya sizi motive ediyor da hala okuyorsunuz sanırım orası patopsikolojinin konusuna girer, ben bilemem.

Şimdi farkettim yukarıda "Bunu eminim siz de merak ettiniz" demişim. Siz de derken de'yi ayrı yazmışım. De da yazımı konusunda özürünüz yoksa buradan kitabı yarım bırakma sebebimi bilmediğim gibi bir sonuca varabilirsiniz. O kadar da bilinçsiz bir okuyucu olmadığımı belirtmek isterim. Benim bilinç seviyem hakkında peşin yargıya varmamak için daha önceki kitap yorumlarımın "ne kadar da aklı başında" "ne kadar da muhteşem" olduklarına bakabilirsiniz. Ya da bu laf kalabalığı nereye varacak acaba diye merak edip okumaya devam ederseniz de sanırım sonunda anlayabileceksiniz. Burada bıraksanız da saygı duyarım.

Kitabı belki de burdaki yorumlara rağmen alıp okumak bile isteyeceksiniz. Sonuçta kitap okumak kişiye özel bir deneyimdir. Belki de siz okusanız bu kitabı benim görmediğim noktaları görür, benim sevmediğim noktaları seversiniz. Sonuçta sevmek de göreli bir kavramdır. Bana göre güzel bir şeyin size göre de güzel olması beklenemez. Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi gerekmez.

Lafı çok uzattım. Neden uzattığımı merak ettiniz sanırım. Kafayı yedi bu adam diye de düşünmüş olabilirsiniz.
Bu laf kalabalığına çenemden çok klavye üzerinde parmaklarım çalıştığından  "parmak gevezeliği" denebilir sanırım, bir kere gevezeliğe başlayınca duramıyor insan. Sadede gelecek olursam,  kitabı yarım bırakmamda, okuduğum 300 (harfle: üçyüz) sayfasında yukarıdakine benzer laf kalabalıklarının varlığı etkili oldu diyebilirim. Neler hissettiğimi anlatmak için ben de laf kalabalığı yapayım dedim biraz kusura bakmayın. Ancak ben yine insaflıyım küçücük karakterlerle yazılmış 518 sayfa laf kalabalığını kafa hiç kaldırmıyor. Belki ben de uzatsam bana da nobel verirlerdi bilemiyorum. Halen uzattığımı farkındayım. Ancak nobelde gözümün olmadığının da bilinmesini isterim. Gerçi parası da iyi diyolar... Tamam tamam sustum...

Dili akıcı olmasına akıcı ancak olay örgüsü zayıf bir kitabı da sırf karakterin aklından geçen hastalıklı düşünceleri merak ederek okumak pek mümkün olmuyor. Olay desen yok. Bir ev, bir apartman, bir adam, kitapları, hizmetçi ve daha sonra karısı, karısının kolalı eteği... Hikaye böyle bunlar etrafından dönüyor. Ne kadar çevirebilirsin ki bu hikayeyi zaten. Hayır Dostoyevski olsan belki. O bile zorlanırdı. Sonuçta Suç ve Ceza'da bile Raskolnikov boş durmuyor. Aksiyon var cinayet var entrika var. Bunda ne var. İşte adam kitaplarla konuşuyor. Yanlışlıkla karısının üzerine yatıyor onu hırsız sanıyor. Vay efendim kitapların komutanıyım ben diyor. Baştan yanlış başlamış bence, olay örgüsünü oturtsaymış iyiymiş.

Suç ve Ceza'yı, Oblomov'u ya da Don Kişot'u okumamış olsam bu kitabı sevebilirdim belki de. Körleşmede hepsinden bir parça var çünkü. Ancak asla onlar kadar başarılı değil. İçerdiği psikolojik çıkarsamalar ve karakterin ruh halleri Suç ve Ceza'yı, Kien'in tembelliği ve münzeviliği Oblomov'u, kendini kitaplarının komutanı olarak görmesi, onlarla konuşması yel değirmenlerine savaş açan Don Kişot'u hatırlattı bana.

Zaten Suç ve Ceza'yı okuduktan sonra sanırım benzer yapıda psikolojik unsurlar içeren hiç bir kitaptan aynı zevki alamayacağım. Okumadınızsa onu şiddetle tavsiye ederim. Ya da Körleşmeyi okuyacağınıza Oblomov'u okuyun bence.

Burdan Talim Terbiye Kurulunu terbiyeye davet ediyorum yani göreve çağırıyorum. Nasıl ki Yunus Emre'nin şiirlerinin "alınmak istenen mesaj alınmıştır" deyip bazı dizelerini kırptılar, Körleşme de 100 sayfaya rahatlıkla indirilebilir. Mesaj belli; adam (Kien) toplumdan kopmuş entellektüel birikimini yapmış ama kendine yapmış. Vatana millete bir faydası olmamış.Yazık.
Okuduğum sayfalarda özetle bunu anlatmak istemiş.  gerisi hikaye.

Zamanınız ve sabrınız çoksa alın okuyun.
Bir Not: Dünyada çok daha güzel kitaplar var.
3/10

10 Aralık 2012 Pazartesi

KUYUCAKLI YUSUF

KUYUCAKLI YUSUF
Sabahattin Ali
Tür: Roman
Sayfa Sayısı: 215

Kitap hakkında hislerimi yazmadan önce yazarından bahsetmek istiyorum. Sabahattin Ali şair, hikaye, oyun ve roman yazarı; yaşamı boyunca hep yaşadığı dünyayı daha yaşanılabilir bir yer haline getirmek için mücadele veren bu amaçla kaleme sarılan, çağının önemli yazarlarından. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmeyi amaçladığı için güç ve iktidar sahipleri ile hayatı boyunca arası hep açık olmuş bir yazar. Örneğin 1932'de bir arkadaş ortamında Atatürk'ü eleştiren bir şiir okuduğu için tutuklanmış ve 1 yıl ceza almış. (Edip Akbayram'la özdeşleşen Aldırma Gönül'ü Sinop Cezaevi'nde cezasını çekerken yazmış.) 1933'te Cumhuriyetin onuncu yılı sebebiyle çıkan aftan yararlanmış ancak memuriyete geri dönmesi için Atatürk'ü gerçekten sevdiğini göstermesi istenmiş. Bu nedenle Varlık dergisinde Benim Aşkım adlı bir şiir yayınladıktan sonra, tekrar öğretmenliğe dönebilmiş.(Anlaşılan ileri demokrasimizin temelleri o zamanlara kadar uzanıyormuş.)

1937'de gerçekçi romanın en önemli örneklerinden biri olan ve bu yazının esas konusunu oluşturan Kuyucaklı Yusuf'u yayınlamış. 1940 yılında da milliyetçi faşizan çevrelerin tepkilerini çeken İçimizdeki Şeytan adlı romanını kaleme almış. Nihal Atsız'la (Alparslan Türkeş'le birlikte milliyetçi hareketin kurucularından) yaşadığı gerilim ve mahkeme süreci kamuoyunda oldukça fazla yer aldığından ve bu süreç sonunda Turancıların hedefi haline gelmiş.

Sıkıntılı günler geçirdikten, işsiz kaldıktan sonra Sabahattin Ali yine rahat durmayıp Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin'le birlikte Türkiye'nin ilk mizah dergisi olan Marko Paşa'yı çıkartmış (1946). Wikipedia'dan öğrendiğim kadarıyla bu derginin karikatürlerini de Mustafa Uykusuz çiziyormuş. Uykusuz karikatür tarihimizde sosyal içerikli karikatür çizen ve karikatürü eleştiri aracı olarak kullanan ilk kişi olmuş.. (Her hafta mutlaka aldığım Haftalık mizah dergisi Uykusuz'un ismi muhtemelen ondan geliyor. Gelmiyorsa bile güzel bir tesadüf olmuş.)

Marko Paşa, ismindeki Paşa sözcüğünden dolayı milli şef İsmet Paşa ile dalga geçildiği gerekçesi ile defalarca toplatılmış. Hatta piyasaya "toplatılmadığı zamanlarda çıkar" "yazarları hapishanede olmadığı zamanlarda çıkar" şeklindeki ifadelerle sürülürmüş. Marko Paşa kapatılınca da kapatıldıkça yenisi gelen Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa, 7-8 Hasan Paşa gibi isimlerle başka dergiler çıkarılmaya devam etmiş. Paşa'ya hakaret ettiği düşünülen Sabahattin Ali 3 ay ceza almış ve ne tasadüf ki "Paşa Kapısı" cezaevine gönderilmiş.


Sabahattin Ali'nin muhalif olmanın getirdiği maceralı hayatı 2 Nisan 1948'de Bulgaristan sınırını geçmek isterken sınırı geçirmesi için anlaştığı kamyoncu tarafından öldürülmesi ile, belki de en verimli döneminde, 41 yaşında son bulmuş. Kendisini öldüren kamyoncunun o dönem Nihal Atsız (Turancı Faşist, detay için bknz: wikipedia) davası dolayısıyla kendine cephe alan Milli Emniyet Mensubu olduğu ortaya çıkmış. Katil yalnızca bir kaç hafta cezaevinde kalıp afla serbest kalmış. (Demokrasimiz yanında, derin devletimizin de temellerinin sağlam olduğunun bir başka kanıtı olsa gerek)

Şiirlerinden Aldırma Gönül, Leylim Ley, Eşkıya Dünyaya, Göklerde Kartal Gibiyim, Geçmiyor Günler ve Benim Meskenim Dağlardır Dağlar ve daha bir çoğu bestelenmiş.
Kuyucaklı Yusuf'u okuduktan sonra yazarı hakkında yaptığım kısa araştırma ile yukarıdaki bilgileri öğrendim ve yazara daha bir saygı duydum. Bu zamana kadar öğrenmediğime, Sabahattin Ali okumadığıma üzüldüm. Sonra üzüldüğüme üzüldüm. Göz yaşıma dalıp dalıııp..(Mirkelam'dan Hatıralar da güzel şarkıdır)


Sanırım artık kitaptan bahsedebilirim.

Okuduğum romanlar içerisinde Kuyucaklı Yusuf için çaresizliğin, kıstırılmışlık duygusunun en güzel anlatıldığı romanlardan biri diyebilirim. O kadar gerçekçi bir dille yazılmış ki bitirdiğim zaman adeta bir yumru geldi boğazımda düğümlendi, bir müddet yutkunamadım. Hikâyenin beni bu kadar içine çektiğini de ancak o zaman fark edebildim. Kısacası hüzünlüydü, etkileyiciydi.


Çaresizliğin romanı dedim çünkü hayatında bir şeylerin değişmesi gerektiğini fark eden ancak bunun için ne yapması gerektiğini bilmeyen, bulamayan, sürekli arayış içerisindeki Yusuf'un hüzünlü hikayesi anlatılmakta romanda. Yusuf, toplumun, ailesinin, imkansızlıklarının ona dayattığı hayatın kendisine ait olmadığını sonuna kadar hissediyor ancak farklı nasıl yaşanır, ne yapmalı bilemediğinden yaşayıp gidiyor işte. Elinde olmayan sebeplerle kendisini bulduğu ortama, işine, kısacası hayatına dayanmaya çalışıyor ama hiç bir zaman hiç bir yere ait hissedemiyor kendini.


Kitap II. Meşrutiyetin ilan edildiği yıllardan I. Dünya savaşına kadar Anadolu'da bir kasabada cereyan eden olayları konu alıyor. Anlatımından dolayı kimi zaman Reşat Nuri Güntekin’den bir kitap okuyormuş havası da veriyor. Tabii kasaba gerçeğini tüm acımasızlıklarıyla, haksızlıklarıyla vermesiyle ondan ayrıldığını belirteyim. Kasabada devletin asıl sahipleri olan zengin eşraf takımının kaymakamla, askerle olan kirli ilişkileri, ahlaksızlıkları, bunun yanında halkın nasıl manipüle edilip bunlar karşısında çaresiz bırakıldığı  tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor.


Kuyucaklı Yusuf’un  hikayesi okuru sürekli artan bir şekilde geriyor, şaşırtmaktan ziyade bir sonraki sayfada neler olabileceği rahatlıkla tahmin edilebiliyor. Bu söylediğim bir kitap için iyi bir özellik gibi görünmese de okur üzerindeki gerilimi arttırması nedeni ile etkili kullanılmış olduğunu söyleyebilirim. Ancak Yusuf’un çaresizliği gibi okur da göz göre göre gelen olaylara müdahale edemeyip çaresiz kalıyor. Bu durum okurun, yerli drama dizisi izleyen büyük annelerin az sonra tecavüze uğrayacak bir karakter için “kızım girme oraya kaç kaç”, ya da “ tüüü gitti gitti” şeklindeki tepkilerine benzer tepkiler vermesine yol açıyor. En azından benim için böyle oldu. Muazzez’i tüm uyarılarıma rağmen kötü kalpli annesinin elinden kurtaramadım. Gitti gitti. Şaka bir yana bu ve benzeri tepkileri düşündürtmesi bile kitabın okuru nasıl sarmaladığının bir kanıtı olarak değerlendirilebilir sanırım. 

Son olarak şunu söyleyebilirim ki Sabahattin Ali Kuyucaklı Yusuf’un hikayesinde bir parça kendi hikayesini de anlatmış. Hikayenin geçtiği mekanların Sabahattin Ali’nin bildiği, yaşadığı mekanlar olmasından, kendi babasıyla Kuyucaklı Yusuf’un babasının aynı adı taşımasından ya da kısa ömrü boyunca Kuyucaklı Yusuf gibi dünyayı algılama çabası içinde yalnız ve muhalif oluşundan bu çıkarım yapılabilir. Kuyucaklı Yusuf romanı kanundan kaçan Yusuf’un bir bilinmeze doğru ilerlemesi ile son bulur. Sabahattin Ali ise Bulgaristan sınırında ülkeden kaçmak isterken adice öldürülür. Bu belki de Yusuf’un hikayesinin de hazin sonu olur.

8/10

2 Aralık 2012 Pazar

BİZ

BİZ
Yazar: Yevgeni Zamyatin
Çeviri: Algan Sezgintüredi
Kategori: Roman, Bilim-kurgu
Sayfa Sayısı: 246
Orwell'in 1984'ünü, Ursula K. Le Guin'in Mülksüzler'ini ya da Yerdeniz serisini okuduktan sonra "BİZ" kesinlikle bünyede  yavan bir tat bırakıyor ve bir şeyler eksik kalmış duygusu uyandırıyor. Kitabın arka kapağında  Le Guin "şimdiye kadar yazılmış en iyi bilim-kurgu roman, klasik bir karşı ütopya" diye yazmış.  Le Guin mütevazilik göstermiş olsa gerek, şimdiye kadar değil de "o güne kadar" demeliymiş. Gerçekten de kitabın önemi yazıldığı koşullar ve yazıldığı tarih düşünüldüğünde ortaya çıkıyor.  Orwell'in 1984'ünün 1949'da ve  Le Guin'in  Mülksüzler'inin 1974 yılında basıldığını düşünürsek, bahsettiğim kitaplar için kesinlikle ilham kaynağı olarak gösterilebilecek BİZ'in 1920'de "yazılması" gerçekten etkileyici. Yazılması dedim dikkat ederseniz çünkü Rusça yazılan kitap Rusya'da hiç yayınlanamıyor. Nedenini az sonra açıklayacağım biraz sabır.

Yevgeni Zamyatin BİZ'i yazmamış olsa 1984 kesinlikle bildiğimiz 1984 olamaz, Ursula K. Le Guin belki de bilim-kurgu ya da distopya yerine çocuk kitapları yazıyor olurdu. Yok bu sonuncusu olmazdı herhalde. Ancak her iki yazar da epey etkilenmişler Zamyatin'den belli, iyi ki de etkilenmişler ayrıca. Böyle düşününce edebiyatın sürekliliği ve nesilden nesile üzerine koyularak bugünlere gelinmesi daha bir büyülüyor insanı. Vay diyorsun 1984'ü okurken aslında bir parça da BİZ'den okumuşum ya da bunun gibi şeyler işte. Çok duygulandım kelimelerle anlatamıyorum.

Neyse çok dağıtmadan kitaptan devam edeyim. BİZ'in 1920'de yazılmasından belki de daha önemlisi o yıllarda Rusya'da (Sovyetler Birliği'nde) yazılabilmiş olması. Ekim devriminin henüz üçüncü yılında özellikle toplum mühendisliği çalışmalarının yapıldığı sıralarda, tam da bunu hicveden bir eser yazmak her babayiğidin harcı olmasa gerek. Yat saatinden, kalk saatine, spor saatinden kimle kaç dakika seks yapılacağına dair, hemen her işin devletin bilgisi dahilinde yapıldığı, 1984'deki big brother gibi, devletin her yurttaşı adım adım izlediği uzak gelecekteki bir tek  devletten bahsediliyor romanda. Mutluluğun kaynağının matematikte, bilimde, mantıkta olduğu bunun dışındaki herhangi bir duygunun "mantıksız"lığından bahsediliyor, hayal gücünün gereksizliğinden. O kadar ileri gidiliyor ki ister istemez gerçeklikten uzaklaşıldığı ve düzene eleştiri yapıldığı hissini veriyor. İşte bu nedenle Rusya'da hiç bir zaman yayınlanamıyor.

Kitapta tek devletin makine gibi işleyen düzeni içerisinde en ufak bir farklılığın olmasına müsade edilmiyor ve farklı olan hastalıklı kabul edilip yok ediliyor. Böyle bir ortamda filizlenen bir aşk ve bir özgürlük hareketinin hikayesi ya da umudun hikayesi diyebilirim BİZ için ya da belki de BİZ'den BEN'e geçişin hikayesi demeliyim.


Kitaptan hoşuma giden ve not ettiğim iki parçayı yazmak isterim:
" Devrimler sonsuzdur. Bu sonuncu lafım çocuklara. Sonsuzluk çocukları korkutur ve çocukların iyi uyuması şarttır."
"Çocuklara bir şey anlatırsın, baştan sona her şeyi anlatırsın ve yine aynı şeyi sorarlar: Sonra? Sonra ne olur? Çünkü çocuklar en gözüpek filozoflardır. Ve gözüpek filozoflar her daim çocuk kalır."


Bilim kurgu yazarları için gelecekte ve bu dünyada geçen bir roman yazmak belki de alınabilecek en büyük risklerden biridir. Teknolojinin insanlığı nerelere götürebileceğini kestirip bir şeyler yazmak gerçekten de güç bir iştir. BİZ'de uzay aracının matematiksel hesaplamalarının tek kişinin sorumluluğuna bırakılması ve hesaplamaların kağıt kalemle yapılması, halen mektupla haberleşilmesi gibi noktalar günümüz okuyucusunun gözünden kaçmayacak, belki de kimileri için rahatsız edici bulunabilecektir. Ancak bir çok distopik eser için öncül olarak kabul edilmesi gereken bu kitabı yazıldığı şartları ve tarihi göz önüne alarak değerlendirirsek,   böyle bir eser yarattığı ve kitaptaki kahramanın aksine, her şeye rağmen hayal kurmaktan vazgeçmediği için Zamyatin'e teşekkür etmemiz gerekir.


Güzel kitap, okunası kitap.


6/10 

11 Ekim 2012 Perşembe

CEBELAVİ SOKAĞI'NIN ÇOCUKLARI
Yazar: Necib Mahfuz
Çeviri: Leyla Tonguç Basmacı
Kategori: Alegorik Roman
Sayfa Sayısı: 453

İtiraf edeyim, Necib Mahfuz ismiyle ilk kez bundan birkaç hafta önce Cumhuriyet Kitap ekinde karşılaştım. Nobel edebiyat ödülünü kazandığını ve ardında 34 roman 300'ün üzerinde hikaye bıraktığını öğrenmem ile de en kısa zamanda Necib Mahfuz okumalıyım diye düşündüm. Cumhuriyet Kitap'ta yazarın ülkesinde uzun yıllar yasaklı olduğundan bahsedilmesi (yasaklı kitapları severim), üstüne üstlük peygamberlerin hayatlarını alegorik bir şekilde anlattığı belirtilen Cebelavi Sokağı'nın Çocukları kitabının  tanıtımına yer verilmesi, kitabı alışveriş sepetime eklememe yetti. Şimdi kitabı okuduktan sonra, Mısır'ın Balzac'ı olarak da bilinen bu büyük yazarla tanışmış olmanın mutluluğu içerisinde, iyi ki o gün kitap ekini almışım, iyi ki mahalle bakkalının önünden geçerken o günün  perşembe olduğu aklıma gelmiş, iyi ki cebimde bozuk 1 lira (tarihe not düşelim:Cumhuriyet 1 TL) varmış diye düşünüyorum.

Cebelavi Sokağı'nın Çocukları kitabı her biri aynı soydan, Cebelavi'nin soyundan gelen Ethem, Cebel, Rıfat, Kasım ve Arif'in hikayelerinin anlatıldığı beş ana bölümden oluşuyor. Beş bölümde de bölüme adını veren kahramanların hikayeleri birbirine benziyor, Cebelavi'nin (Tanrı'nın) mallarının yönetimi ve adaletli dağılımı için mücadeleleri konu ediliyor. Hikayeler birbirine o kadar benziyor ki okurken "eee bu bir önceki hikayeyle aynı sanki". "Ne gerek vardı bu bölüme" "kimler nobel alıyor, ne günlere kaldık kardeşiiim" tarzında düşünceler geçmedi değil aklımdan. Ancak bir yandan da kendi kendime "koskoca nobel ödülünü almış yazar, vardır bir bildiği, sabret" diye telkinde bulunduğumdan sonuna kadar heyecanımı canlı tutarak okumayı başardım diyebilirim.

Kitabı bitirdiğimde karakterleri sınırlı dini bilgimle dinler tarihi kahramanları  ile örtüştürmeye uğraştım. Cebelavi (Tanrı), Ethem (Adem), Cebel (Musa), Rıfat (İsa) ve Kasım (Muhammed) ile çok güzel örtüştürdüm. Kitap kronolojik gittiğinden son kısımdaki Arif'i ise doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı. Hz. Muhammed "benden sonra peygamberim diyen şerefizdir, yüz vermeyin" deyip o yolu kapadığından "Arif de kim ola ki?" diye düşündüm. Mısırlı müslüman kardeşlerle empati yapıp"Vay kafir sen Muhammedin üzerine kimi getirdin de Peygamber ettin" diye Necip Mahfuz'a bir an celallendim. "Bu Arif'in dini neymiş genç müslümanlara ne gibi yenilikler getirmiş ola ki?" şeklinde de hafiften bir merak durumuna haiz oldum. "Son peygamber", "şarlatan", "last prophet after Mohammed", vs vs tarzında google'da yaptığım aramalardan bir sonuca varamayınca, daha doğrusu Arif''in hikayesi ile örtüştürecek bir hikayeye rastlayamayınca kitabın kendisi hakkında başka kaynaklarda neler yazılmış diye araştırmaya karar verdim. Nihayet, Ayşe'nin kitap klubü diye buradakinden çok daha profesyonelce hazırlanmış bir blogda Arif'in peygamber yerine ilim irfanı temsil ettiğini okudum. O an bir aydınlanma yaşadım. O anı düşündükçe hala huşu içinde titrerim. Vuuuv. Gene titredim.

Kitaptaki bölümlerin birbirlerine benzemeleri üzerine de izin verirseniz bir kaç kelam etmek isterim. (İzin verirseniz dedimse lafın gelişi, blog benim değil mi ne istersem yazarım arkadaş) Yine de nezaketi elden bırakmadan, sinirlenmeden okuyalım lütfen. Ne diyordum, evet kitaptaki bölümler birbirine benziyor. Ancak dinler tarihine göz atınca şunları görüyoruz; aynı coğrafyadan çıkmış, birbirine benzeyen, birbirinden beslenen öğretiler, ataerkil toplum düzeni, düzeni ve düzüleni ile nesiller boyu değişmeyen tarihin tekerrür ettiği bir coğrafya. Hal böyleyken Necip Mahfuz ne yazsın? Yalan yanlış mı yazsın? "Artık düzülen yok" mu desin. Adam yazmış; güçlü olan her daim haklı olmuş, tarih boyunca zayıfları sömürmüş. Zayıf olanlarsa sömürmenin sömürülmenin kendisini sorgulayıp düzeni değiştirmeyi akıllarına getirememişler, zulümden kurtulmak için hep bir kurtarıcı beklemişler, hep bir kahramanın başarısına ve sonra da insafına duacı olmuşlar. Düzenin kendini sorgulamadıklarından peşine takıldıkları kurtarıcılarının ömrü kadar olmuş adaletli düzenlerinin ömrü de. Sonra yine sömürülmüş, yine zulmedilmişler. Ya da gücü ellerinde bulundurduklarında rolleri değişip bu kez zulmeden olmuşlar.
Necip Mahfuz tarihin tekerrürden ibaret olduğunu o birbirine benzeyen sıkıcı sayılabilecek bölümleri yazarak anlatmış. Necib Mahfuz anlatmaya çalıştığını, kitap içindeki herhangi bir sözcüğe dökmeden, ama bütün olarak bir "kitap oluşturarak" anlatmış, anlamı kitabın bütününden çıkarılan bir eser yaratmış. Böylece kitabın içinde yer alabilecek en güzel cümleden bile daha güzel hale getirmiş anlattığını.Bu açıdan bakınca daha bir sevdim kitabı.

Son bölümde Cebelavi'nin ölmesi ile artık dine ihtiyaç kalmadığı, insanları sömürmek için teknolojiye (yani güce) sahip olmanın yeterli olduğu gibi bir sonuç çıkarılabilir. Bu durumda dinin insan hayatındaki etkisinin giderek azalması beklenebilir. Günümüzde dünya genelinde tam tersi bir eğilim söz konusuyken yazarın bu tezinin, ilk tahlilde, doğru olmadığı sonucuna varılması çok da güç değildir.
Günümüz modern toplumunda, dinin toplumsal hayata etkisindeki artışın temellerini Fransız devrimine kadar uzatmak mümkündür. Burjuvazinin iktidara gelmesiyle birlikte, eskiden salt güce boyun eğen kitlelere, tarihsel bir zorunluluk olarak, seçme hakkının verilmesi, bu kitleleri kontrol edebilmek için artık kaba kuvvetin yerini ahlaki telkinlerin almasına yol açmıştır. Kitleleri ahlaki açıdan kontrol etmek için en etkili yöntem de şüphesiz ki yüzyıllardır din olmuştur. Bu nedenle Fransız ihtilali ile başlayan süreçte, ölmek üzere olan din modern dünyada yeniden canlandırılmıştır.

Dinin toplumsal hayata etkisini arttırmasının bir diğer sebebi de vahşi kapitalizmin kendisi olarak düşünülebilir. Marx'ın deyişiyle din,  kapitalizm çarkları altında ezilen kitleleri avutan "sığınılacak bir liman" işlevi görmektedir. Limana sığınanların sayısı kapitalizmin vahşetine koşut olarak artmaktadır. Ancak unutulmaması gerekir ki; dinin şevkatli kollarına sığınmak düzenin sefilliğinin göstergesi olmakla birlikte aynı zamanda bu sefilliğe karşı bir protestodur da. 

Marx, dini kapitalist düzenin zincirlerini maskeleyen hayali çiçeklere benzetmiş, zincirlerinin farkına varılması için, din eleştirisini her türlü eleştirinin ön koşulu olarak görmüştür. Kitap yukarıdaki değerlendirmeler ışığında ele alınırsa, kitabın insanlığın Fransız devrimine kadar aldığı yolu anlattığı kabul edilmelidir. Cebelavi'nin ölmesi ile bir bakıma din eleştirisi yapıldığı , hayali çiçeklerin ortadan kaldırılması ve avuntuya yer vermeyecek, sığınılacak liman bırakmayacak şekilde, sömürü zincirlerinin ortaya çıkmasından bahsedildiği söylenebilir. Bu haliyle kitap henüz tamamlanmamış bir kitaptır. Zincirlerin üzerinin yeniden hayali çiçeklerle örtüldüğü (günümüz dünyası) ve zincirlerin farkına varılıp kopartıldığı (uzak gelecek) kısımları da eklenirse ancak tamamlanmış olabilecektir.

Belki de bir gün zincirlerin koparıldığı, düzenin kendisinin sorgulandığı bir zaman da gelir ve bir başka yazar tarafından kitabın sonuna ekleniverir.

8/10





30 Eylül 2012 Pazar


KÖR BAYKUŞ
Yazar: Sadık Hidayet
Çeviri: Behçet Necatigil
Kategori: Roman
Sayfa Sayısı: 95

Sadık Hidayet’in 1. Tekil şahısla ve son derece samimi bir dille, adeta günlüğüne yazar gibi anlattığı, kahramanın karanlık dünyasını, çok etkileyici bir şekilde betimleyen romanı. Neyin gerçek neyin hayal olduğunun birbirine girdiği, zamansal ve mekansal sürekliliğin olmadığı bir kitap.

Kitapta  roman kahramanımız acılarını dindirmek üzere afyon kullandığını belirtiyor. Zaman ve mekandaki kopuşlar belli ki afyonun  etkisinde kaldığı zamanlarda kendini gösteriyor. Etrafındaki kişiler, odasındaki objeler ise  zihninin hastalıklı süzgecinden geçip bambaşka şekillerde algılanıyor ve kahraman adeta bir sanrılar dünyasında yaşıyor.

Her bir cümlesi özenle düşünülmüş, ince ince dokunmuş bir kitap.Behçet Necatigil'in de kusursuz çevirisini de es geçmemek gerekiyor. "İyi ki okudum" dediğim kitaplardan.

 Kitaptan işaretlediğim bazı bölümler :
  
“Sonra, yaşlı servinin dibine, kumlara uzandım. Rüyaların kesik kopuk, anlaşılmaz sözleri gibi şırıldıyordu su. Ellerimi, kendiliğinden, nemli sıcak kuma soktum. Avuçlarımda sıktım nemli sıcak kumları. Suya düşmüş de çamaşırları değiştirilen bir kız vücudunun diri eti gibiydi kum.”

“Dua sırasında gözlerimi yumdum, ellerimi yüzüme kapadım, bir gece yarattım kendime, bu gecenin karanlığında bir rüyada gibi sorumsuz, kendi duamı okudum. Fakat sözcükleri huşu içinde söylenmedi bu duanın. Çünkü ben Tanrı’yla, Yüce Varlık’la değil, sevdiğim tanıdığım birisiyle konuşmaktan hoşlanıyordum! Çünkü benim çok yükseğimdeydi Tanrı.”

“Ah, keşke ölümün eşiğinde olanların hepsi, bu benim gördüklerimi görselerdi! Bazan bunu da düşündüm. Istırap, korku, dehşet ve yaşama arzusu, hepsi bitmişti bende. Bana telkin ettikleri dini inançlardan kurtulmuş, huzura ermiştim. Tek tesellim, ölümden sonra hiçlik ümidiydi; orada tekrar yaşamak düşüncesi içime korku salıyor, beni hasta ediyordu... “

Güzel kitap, bir daha bir daha okunası kitap.

8/10