10 Aralık 2012 Pazartesi

KUYUCAKLI YUSUF

KUYUCAKLI YUSUF
Sabahattin Ali
Tür: Roman
Sayfa Sayısı: 215

Kitap hakkında hislerimi yazmadan önce yazarından bahsetmek istiyorum. Sabahattin Ali şair, hikaye, oyun ve roman yazarı; yaşamı boyunca hep yaşadığı dünyayı daha yaşanılabilir bir yer haline getirmek için mücadele veren bu amaçla kaleme sarılan, çağının önemli yazarlarından. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmeyi amaçladığı için güç ve iktidar sahipleri ile hayatı boyunca arası hep açık olmuş bir yazar. Örneğin 1932'de bir arkadaş ortamında Atatürk'ü eleştiren bir şiir okuduğu için tutuklanmış ve 1 yıl ceza almış. (Edip Akbayram'la özdeşleşen Aldırma Gönül'ü Sinop Cezaevi'nde cezasını çekerken yazmış.) 1933'te Cumhuriyetin onuncu yılı sebebiyle çıkan aftan yararlanmış ancak memuriyete geri dönmesi için Atatürk'ü gerçekten sevdiğini göstermesi istenmiş. Bu nedenle Varlık dergisinde Benim Aşkım adlı bir şiir yayınladıktan sonra, tekrar öğretmenliğe dönebilmiş.(Anlaşılan ileri demokrasimizin temelleri o zamanlara kadar uzanıyormuş.)

1937'de gerçekçi romanın en önemli örneklerinden biri olan ve bu yazının esas konusunu oluşturan Kuyucaklı Yusuf'u yayınlamış. 1940 yılında da milliyetçi faşizan çevrelerin tepkilerini çeken İçimizdeki Şeytan adlı romanını kaleme almış. Nihal Atsız'la (Alparslan Türkeş'le birlikte milliyetçi hareketin kurucularından) yaşadığı gerilim ve mahkeme süreci kamuoyunda oldukça fazla yer aldığından ve bu süreç sonunda Turancıların hedefi haline gelmiş.

Sıkıntılı günler geçirdikten, işsiz kaldıktan sonra Sabahattin Ali yine rahat durmayıp Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin'le birlikte Türkiye'nin ilk mizah dergisi olan Marko Paşa'yı çıkartmış (1946). Wikipedia'dan öğrendiğim kadarıyla bu derginin karikatürlerini de Mustafa Uykusuz çiziyormuş. Uykusuz karikatür tarihimizde sosyal içerikli karikatür çizen ve karikatürü eleştiri aracı olarak kullanan ilk kişi olmuş.. (Her hafta mutlaka aldığım Haftalık mizah dergisi Uykusuz'un ismi muhtemelen ondan geliyor. Gelmiyorsa bile güzel bir tesadüf olmuş.)

Marko Paşa, ismindeki Paşa sözcüğünden dolayı milli şef İsmet Paşa ile dalga geçildiği gerekçesi ile defalarca toplatılmış. Hatta piyasaya "toplatılmadığı zamanlarda çıkar" "yazarları hapishanede olmadığı zamanlarda çıkar" şeklindeki ifadelerle sürülürmüş. Marko Paşa kapatılınca da kapatıldıkça yenisi gelen Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa, 7-8 Hasan Paşa gibi isimlerle başka dergiler çıkarılmaya devam etmiş. Paşa'ya hakaret ettiği düşünülen Sabahattin Ali 3 ay ceza almış ve ne tasadüf ki "Paşa Kapısı" cezaevine gönderilmiş.


Sabahattin Ali'nin muhalif olmanın getirdiği maceralı hayatı 2 Nisan 1948'de Bulgaristan sınırını geçmek isterken sınırı geçirmesi için anlaştığı kamyoncu tarafından öldürülmesi ile, belki de en verimli döneminde, 41 yaşında son bulmuş. Kendisini öldüren kamyoncunun o dönem Nihal Atsız (Turancı Faşist, detay için bknz: wikipedia) davası dolayısıyla kendine cephe alan Milli Emniyet Mensubu olduğu ortaya çıkmış. Katil yalnızca bir kaç hafta cezaevinde kalıp afla serbest kalmış. (Demokrasimiz yanında, derin devletimizin de temellerinin sağlam olduğunun bir başka kanıtı olsa gerek)

Şiirlerinden Aldırma Gönül, Leylim Ley, Eşkıya Dünyaya, Göklerde Kartal Gibiyim, Geçmiyor Günler ve Benim Meskenim Dağlardır Dağlar ve daha bir çoğu bestelenmiş.
Kuyucaklı Yusuf'u okuduktan sonra yazarı hakkında yaptığım kısa araştırma ile yukarıdaki bilgileri öğrendim ve yazara daha bir saygı duydum. Bu zamana kadar öğrenmediğime, Sabahattin Ali okumadığıma üzüldüm. Sonra üzüldüğüme üzüldüm. Göz yaşıma dalıp dalıııp..(Mirkelam'dan Hatıralar da güzel şarkıdır)


Sanırım artık kitaptan bahsedebilirim.

Okuduğum romanlar içerisinde Kuyucaklı Yusuf için çaresizliğin, kıstırılmışlık duygusunun en güzel anlatıldığı romanlardan biri diyebilirim. O kadar gerçekçi bir dille yazılmış ki bitirdiğim zaman adeta bir yumru geldi boğazımda düğümlendi, bir müddet yutkunamadım. Hikâyenin beni bu kadar içine çektiğini de ancak o zaman fark edebildim. Kısacası hüzünlüydü, etkileyiciydi.


Çaresizliğin romanı dedim çünkü hayatında bir şeylerin değişmesi gerektiğini fark eden ancak bunun için ne yapması gerektiğini bilmeyen, bulamayan, sürekli arayış içerisindeki Yusuf'un hüzünlü hikayesi anlatılmakta romanda. Yusuf, toplumun, ailesinin, imkansızlıklarının ona dayattığı hayatın kendisine ait olmadığını sonuna kadar hissediyor ancak farklı nasıl yaşanır, ne yapmalı bilemediğinden yaşayıp gidiyor işte. Elinde olmayan sebeplerle kendisini bulduğu ortama, işine, kısacası hayatına dayanmaya çalışıyor ama hiç bir zaman hiç bir yere ait hissedemiyor kendini.


Kitap II. Meşrutiyetin ilan edildiği yıllardan I. Dünya savaşına kadar Anadolu'da bir kasabada cereyan eden olayları konu alıyor. Anlatımından dolayı kimi zaman Reşat Nuri Güntekin’den bir kitap okuyormuş havası da veriyor. Tabii kasaba gerçeğini tüm acımasızlıklarıyla, haksızlıklarıyla vermesiyle ondan ayrıldığını belirteyim. Kasabada devletin asıl sahipleri olan zengin eşraf takımının kaymakamla, askerle olan kirli ilişkileri, ahlaksızlıkları, bunun yanında halkın nasıl manipüle edilip bunlar karşısında çaresiz bırakıldığı  tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor.


Kuyucaklı Yusuf’un  hikayesi okuru sürekli artan bir şekilde geriyor, şaşırtmaktan ziyade bir sonraki sayfada neler olabileceği rahatlıkla tahmin edilebiliyor. Bu söylediğim bir kitap için iyi bir özellik gibi görünmese de okur üzerindeki gerilimi arttırması nedeni ile etkili kullanılmış olduğunu söyleyebilirim. Ancak Yusuf’un çaresizliği gibi okur da göz göre göre gelen olaylara müdahale edemeyip çaresiz kalıyor. Bu durum okurun, yerli drama dizisi izleyen büyük annelerin az sonra tecavüze uğrayacak bir karakter için “kızım girme oraya kaç kaç”, ya da “ tüüü gitti gitti” şeklindeki tepkilerine benzer tepkiler vermesine yol açıyor. En azından benim için böyle oldu. Muazzez’i tüm uyarılarıma rağmen kötü kalpli annesinin elinden kurtaramadım. Gitti gitti. Şaka bir yana bu ve benzeri tepkileri düşündürtmesi bile kitabın okuru nasıl sarmaladığının bir kanıtı olarak değerlendirilebilir sanırım. 

Son olarak şunu söyleyebilirim ki Sabahattin Ali Kuyucaklı Yusuf’un hikayesinde bir parça kendi hikayesini de anlatmış. Hikayenin geçtiği mekanların Sabahattin Ali’nin bildiği, yaşadığı mekanlar olmasından, kendi babasıyla Kuyucaklı Yusuf’un babasının aynı adı taşımasından ya da kısa ömrü boyunca Kuyucaklı Yusuf gibi dünyayı algılama çabası içinde yalnız ve muhalif oluşundan bu çıkarım yapılabilir. Kuyucaklı Yusuf romanı kanundan kaçan Yusuf’un bir bilinmeze doğru ilerlemesi ile son bulur. Sabahattin Ali ise Bulgaristan sınırında ülkeden kaçmak isterken adice öldürülür. Bu belki de Yusuf’un hikayesinin de hazin sonu olur.

8/10

2 Aralık 2012 Pazar

BİZ

BİZ
Yazar: Yevgeni Zamyatin
Çeviri: Algan Sezgintüredi
Kategori: Roman, Bilim-kurgu
Sayfa Sayısı: 246
Orwell'in 1984'ünü, Ursula K. Le Guin'in Mülksüzler'ini ya da Yerdeniz serisini okuduktan sonra "BİZ" kesinlikle bünyede  yavan bir tat bırakıyor ve bir şeyler eksik kalmış duygusu uyandırıyor. Kitabın arka kapağında  Le Guin "şimdiye kadar yazılmış en iyi bilim-kurgu roman, klasik bir karşı ütopya" diye yazmış.  Le Guin mütevazilik göstermiş olsa gerek, şimdiye kadar değil de "o güne kadar" demeliymiş. Gerçekten de kitabın önemi yazıldığı koşullar ve yazıldığı tarih düşünüldüğünde ortaya çıkıyor.  Orwell'in 1984'ünün 1949'da ve  Le Guin'in  Mülksüzler'inin 1974 yılında basıldığını düşünürsek, bahsettiğim kitaplar için kesinlikle ilham kaynağı olarak gösterilebilecek BİZ'in 1920'de "yazılması" gerçekten etkileyici. Yazılması dedim dikkat ederseniz çünkü Rusça yazılan kitap Rusya'da hiç yayınlanamıyor. Nedenini az sonra açıklayacağım biraz sabır.

Yevgeni Zamyatin BİZ'i yazmamış olsa 1984 kesinlikle bildiğimiz 1984 olamaz, Ursula K. Le Guin belki de bilim-kurgu ya da distopya yerine çocuk kitapları yazıyor olurdu. Yok bu sonuncusu olmazdı herhalde. Ancak her iki yazar da epey etkilenmişler Zamyatin'den belli, iyi ki de etkilenmişler ayrıca. Böyle düşününce edebiyatın sürekliliği ve nesilden nesile üzerine koyularak bugünlere gelinmesi daha bir büyülüyor insanı. Vay diyorsun 1984'ü okurken aslında bir parça da BİZ'den okumuşum ya da bunun gibi şeyler işte. Çok duygulandım kelimelerle anlatamıyorum.

Neyse çok dağıtmadan kitaptan devam edeyim. BİZ'in 1920'de yazılmasından belki de daha önemlisi o yıllarda Rusya'da (Sovyetler Birliği'nde) yazılabilmiş olması. Ekim devriminin henüz üçüncü yılında özellikle toplum mühendisliği çalışmalarının yapıldığı sıralarda, tam da bunu hicveden bir eser yazmak her babayiğidin harcı olmasa gerek. Yat saatinden, kalk saatine, spor saatinden kimle kaç dakika seks yapılacağına dair, hemen her işin devletin bilgisi dahilinde yapıldığı, 1984'deki big brother gibi, devletin her yurttaşı adım adım izlediği uzak gelecekteki bir tek  devletten bahsediliyor romanda. Mutluluğun kaynağının matematikte, bilimde, mantıkta olduğu bunun dışındaki herhangi bir duygunun "mantıksız"lığından bahsediliyor, hayal gücünün gereksizliğinden. O kadar ileri gidiliyor ki ister istemez gerçeklikten uzaklaşıldığı ve düzene eleştiri yapıldığı hissini veriyor. İşte bu nedenle Rusya'da hiç bir zaman yayınlanamıyor.

Kitapta tek devletin makine gibi işleyen düzeni içerisinde en ufak bir farklılığın olmasına müsade edilmiyor ve farklı olan hastalıklı kabul edilip yok ediliyor. Böyle bir ortamda filizlenen bir aşk ve bir özgürlük hareketinin hikayesi ya da umudun hikayesi diyebilirim BİZ için ya da belki de BİZ'den BEN'e geçişin hikayesi demeliyim.


Kitaptan hoşuma giden ve not ettiğim iki parçayı yazmak isterim:
" Devrimler sonsuzdur. Bu sonuncu lafım çocuklara. Sonsuzluk çocukları korkutur ve çocukların iyi uyuması şarttır."
"Çocuklara bir şey anlatırsın, baştan sona her şeyi anlatırsın ve yine aynı şeyi sorarlar: Sonra? Sonra ne olur? Çünkü çocuklar en gözüpek filozoflardır. Ve gözüpek filozoflar her daim çocuk kalır."


Bilim kurgu yazarları için gelecekte ve bu dünyada geçen bir roman yazmak belki de alınabilecek en büyük risklerden biridir. Teknolojinin insanlığı nerelere götürebileceğini kestirip bir şeyler yazmak gerçekten de güç bir iştir. BİZ'de uzay aracının matematiksel hesaplamalarının tek kişinin sorumluluğuna bırakılması ve hesaplamaların kağıt kalemle yapılması, halen mektupla haberleşilmesi gibi noktalar günümüz okuyucusunun gözünden kaçmayacak, belki de kimileri için rahatsız edici bulunabilecektir. Ancak bir çok distopik eser için öncül olarak kabul edilmesi gereken bu kitabı yazıldığı şartları ve tarihi göz önüne alarak değerlendirirsek,   böyle bir eser yarattığı ve kitaptaki kahramanın aksine, her şeye rağmen hayal kurmaktan vazgeçmediği için Zamyatin'e teşekkür etmemiz gerekir.


Güzel kitap, okunası kitap.


6/10