1 Şubat 2013 Cuma

AYLAK ADAM

AYLAK ADAM
Yazar: Yusuf Atılgan
Tür: Roman
Sayfa Sayısı:159

Aylak adam farklı biri. Hayatını belli kalıplar içinde, diğerleri gibi yaşamak midesini bulandırıyor. Hep farklı olanı ya da daha doğrusu genelin uygun bulmadığını arıyor hayatta. Aylaklığının yanı sıra aşk adamı aynı zamanda. Ancak onu da herkes gibi yaşamak değil derdi. İmkansız olanı, kafasında kurduğu hayale birebir uyan, belki hiç olmayan kadını arıyor roman boyunca. Kendince farklı, aykırı gördüğü kadınlarla kısa süreli ilişkiler yaşıyor. İlişkilerini, diğerlerininkine benzemeye başladığını hissettiğinde ya da kendini tekrar ettiğini anladığındaysa bitiriveriyor.

Çoğu zaman hayattan küçük işaretler bekliyor harekete geçip bir şeyler yapmak için. Hayal gücü sayesinde de, sıradan olan olaylara sıradan olmayan bir sürü anlamlar yükleyebiliyor.

İsmi sorulduğunda kitabın bir yerinde şöyle diyor "Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır. Doğar doğmaz, o bilmeden başkaları veriyor. Ama yapışıp kalıyor ona. Oysa bir insanın sigara içip içmediğini bilmek bile adını bilmekten daha önemlidir." bu nedenle kahramanın adını hiç bir zaman öğrenemiyoruz. Hikayeyi anlatan ona C. diyor. Bazı yerlerde isimler, bazen de B. gibi kısaltmalar kullanılıyor. İlk bir kaç sayfa 1. tekil şahıstan anlatılan hikaye sonra 3. tekil şahsa dönüyor. Kahraman belki bu arada kendine yabancılaşıyor. Kitabın kendi de normal olandan farklı olmaya, alışılmadık olmaya gayret ediyor ki bu yönüyle hikayesini anlattığı Aylak Adam'a benziyor.

Bu kitap hakkında, en azından benim için, derli toplu düşünceler oluşturmak oldukça güç. Aylak adamın kafası gibi sizin de okur olarak kafanız karışıyor ve pek bir şey hatırlamıyorsunuz kitabı bitirince. Geriye okurken alınan notlar kalıyor. Ancak sadece bunlar bile eserin ne kadar değerli ne kadar özel olduğunu kanıtlamaya yetiyor. Sonunda insana iyi ki okumuşum dedirtiyor.

 Aldığım notlardan ilki büyük şehirde dalgınlık yapılamayacağı üzerine:

"Birden arkalarındaki o korkunç fren gıcırtısıyla ürperdiler. Yüzü buruşurken dönüp baktı. Deminki çocuk tekerleklerin yanına eğilmiş topunu arıyordu. Arabanın ön penceresinden uzanmış surat bağırıyordu. -"katil olacağız be. Yok mu bu piçin anası?" Bıyıklıydı. Bu yüzü eskiden bir yerlerde görmüş gibiydi. Bir kaç kişi koşuştular. Bir kadın çocuğu dövdü. Dayak yiye yiye bu şehirde yaşamayı öğrenecekti. Hep tetikte olacaktı. yasaktı dalgınlık. Daldı mı, büyük şehir insanı kornalar, çanlar, küfürler, gıcırtılar, çarpmalarla kendine getiriyordu. Güler'e baktı. onlar da mı dalmıştılar. Yoksa bu şehir onları da mı kendilerine getirecekti."

Büyük şehir trafik, hayat gailesi koşturmacalar her daim tetikte olmayı öğretiyor insana, her daim dikkatli olmayı. Keşke bu kadar dikkatli olmadan da yaşanabilse, keşke dalgınlık hakkımızı elimizden almamış olsaydı yaşadığımız şehirler. Çünkü bazen günlük yaşamın koşturmacasından sıyrılmaya, daha yaşanılası bir dünya yaratma adına, kendini başka şeylere vermeye, gerçekten dalmaya  ihtiyacı oluyor insanın.

Bir başka kısımda ise sinemadan çıkan insanın kısa süreli esrikliğine dair Aylak Adam şöyle diyor::
"Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor: sinemadan çıkmış insan. gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar."

Evli çiftlere bakış açısını tüm karamsarlığıyla adeta kusuyor sayfalara. Şöyle diyor:
-Ben o evi biliyorum, dedi. Üç oda bir mutfaklı değil mi?
-Nerden biliyorsun?
-İçinde oturanları tanıyorum. Erkek en yakın lisede İngilizce öğretmeni. Karısı onunla evlensin diye okulunu yarım bıraktı. Sevişerek evlendiler. İki çocukları var: Biri kız biri oğlan. Erkek akşamları elinde paketler, kese kağıtlarıyla döner. yemek yerler. Çoğu geceler adam ya öğrencilerin yazılı ödevlerini düzeltir, ya da gazete okur. Arada "bu yıl kömür kıtlığı olacakmış" diye mırıldanır. Kadının kucağında hep yamanacak bir şeyler bulunur. Kocasına bakar. "Uğrunda fakülteyi bıraktığım bu rahatına düşkün adam mıydı?" diye düşünür. Sonra dalar. Bir gün okula giderken bir genç gözünün içine içine bakmıştı." Neden kaşlarımı çattım ona, diye hayıflanır, onunla belki başka türlü olurdu." Ya birlikte uyudukları yatak... Erkek karısının değiştiğini, okula yeni verilen tarih hocasını düşünür. Karısı otobüsteki gençledir...

O böyle biri işte. İnsanı evliliğinden, işinden soğutan keskin sözleri pat diye söyleyiveriyor. Hayalinde canlandırdığı evli çiftlerin yaşamı bu şekilde, tek düze, sıkıcı, samimiyetsiz. Aylak adam insanların hayatları hakkında yaptığı çıkarımların doğru olup olmadığıyla ilgilenmiyor. Bunu anlamak için çaba da göstermiyor, onlarla temas kurmaktan kaçınıyor çünkü aslında onlar gibi, herkes gibi olmaktan korkuyor.

Evli çiftlerin hayatlarına ilişkin çıkarımlara benzer bir çıkarımı "Saatler" adlı hikayesinde de görürüz Yusuf Atılgan'ın. Saatler'deki kahraman saatçi dükkanından içeri girmeden dışarıdan yaptığı gözlemlerle, saatçinin hareketlerinden onun tüm hayatına ilişkin bir takım çıkarımlar yapar. Karısıyla olan ilişkisini ya da elinde tuttuğu saati ona getiren müşterinin nasıl biri olduğunu hayalinde canlandırır. Sonunda hayalinde yarattığı saatçiyi çok sever, İmgelemindeki saatçi o kadar iyi biridir ki, bozulan saatini tamir için başka bir saatçiye götürür. Çünkü hayalindeki adama rastlayamamaktan, onu öldürmekten korkar. Bu nedenle saatçi o nasıl hayal ettiyse hep o şekilde kalır. Okuyucuyla buna benzer oyunları çok güzel oynar Yusuf Atılgan.

Bir başka not ettiğim kısımda Aylak Adam hoşgörünün olamayacağından bahsediyor:
" İnsan kendininkine uygun olmayanı bağışlamaz. Biz, hoşgörüsü olmadığını bile bile, başkalarında kendininkinden ayrıyı bağışlamaya çalışana hoşgörülü diyoruz."

Aylak Adam takıntılı. Sevgililerinin bacaklarına takıntılı. Bıyıklı adamlara takıntılı. Şaşı kadının memelerine takıntılı. Kulağının kaşınmasına takıntılı. Aylak Adam'ın  Oedipus sendromundan mütevellit bir takım psikolojik sıkıntılar içerisinde olması başlı başına detaylı incelemeyi hak eden bir konu. Çok detaya girmeden söyleyebilirim ki tüm takıntılarının kaynağından babasına olan nefreti geliyor. Babasının kendisine yaşattığı zorluklar ve teyzesini elinden alması nedeniyle ondan nefret ediyor. Kendi sözleriyle, babasını sevmemenin vicdan azabını, babasının zalimliği sayesinde hafifletebiliyor.


Son olarak Aylak adamın Kuyara Adako adını verdiği ve insanın her daim yaşadığı çatışmalarla ilgili hoşuma giden aşağıdaki kısmı da paylaşayım ve konuyu burada kapatayım.

"Kuyara ile Adako bütün çağların trajedisi. Ku-ya-ra: 'Kumda yatma rahatlığı'; A-da-ko:'Ağaç dalı kompleksi' . Kuyara alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. biteviye geçen günlerin rahatlığı. Ya adako? Ağaç dalındaki gövdeden ayrılma eğilimi. Hep öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben 'ağaç dalı kompleksi' diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla kuyara dişidir. Adako erkek. pek seyrek cins değiştirdikleri de olur.Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu Adako'yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona."

Aylak adam, balta işlemeyen aykırı bir dalın hikayesi. Sakin sakin, sindire sindire okuyunuz.


9/10



14 Ocak 2013 Pazartesi

ŞEKER PORTAKALI

ŞEKER PORTAKALI
Yazar: Vasconcelos
Tür: Roman
Çevirmen: Aydın Emeç
Sayfa Sayısı: 208


Öncelikle bu kitabı okumama vesile olan Talim Terbiye Kuruluna sonsuz  teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Sağolsunlar varolsunlar.

Kitabı, “acaba neresinde açık saçık bir şey var da uygun bulmadılar” merakı içerisinde ve tüm şehvet duygularımı kabartmış olarak, büyük bir açlıkla okudum.  Okuma eylemimi servis minibüsünde yapmam beni biraz gerse de, sonuçta aile var, azimle okumaya devam ettim. Toplumsal baskılara, delici bakışlara aldırış etmeden bir çırpıda bitiriverdim.

Sonuç ne mi oldu?
Koca bir hayal kırıklığı diyebilirim. Şehvet duygularım kabardığıyla kaldı. Demek ki hayal gücüm kitaptaki tahrik edici ögeleri görebilecek kadar gelişmemişti.

Kitabı gayri ahlaki bulan kurulun üyeleri acaba benim göremediğim ne görmüşlerdi. Nasıl bir psikoloji içinde okumuşlar ve nesinden tahrik olmuşlardı? Bunları anlayamadığıma üzüldüm. Ancak bu değerli kurumun imgelemi böylesine geniş kişilerden oluşması beni sevindirdi, hayal kırıklığımı bir nebze olsun giderebildi.  Ülkem adına sevindim diyebilirim.

Kitapta bir yerde Zeze’nin sözleri biraz müstehcen bir şarkıyı söylemesi dışında bir falso göremedim.İktidar sahipleri açısından buradaki müstehcenlikten daha çok Zeze’nin ailesinin fakirliğine ve buna göz yumduğu için tanrıya olan isyanı daha rahatsız edici olabilir. Kitap büyük olasılıkla bu nedenle uygun bulunmamuştır. Çünkü düşününce Zeze’nin yaptığı sorgulamalar iktidar sahiplerinin işine gelmeyecektir.

Kitabı okurken bir kaç defa gözlerim doldu. Özellikle Zeze'nin "insanın fakir babası olması ne kadar da kötü" deyivermesi bir baba olarak beni de can evimden vurdu. Ancak ağlamadım tuttum kendimi. Yukarıda da belittiğim gibi servisteydim ve elimde uygun bulunmamış olsa da bir çocuk kitabı vardı, ne derlerdi. 

Kitabı  kesinlikle kızıma okutacağım ve Zeze kadar hayal gücü geniş bir çocuk olarak yetiştirmek için elimden geleni yapacağım.

Kitapları yasaklayabilirler belki ancak hayal kurmaya engel olamazlar. Zeze’yi okuyun okutun.  

9/10

6 Ocak 2013 Pazar

KÖRLEŞME

KÖRLEŞME
Yazar: Elias Canetti
Tür: Psikolojik Roman
Çevirmen: Ahmet Cemal
518 sayfa

Uzun süredir bir kitabı yarım bırakmamıştım. Körleşme ile bu geleneğime de bir son vermiş oldum. Pişman mıyım? Hayır. Çok bile okudum. Kitap 518 sayfa ama normal büyüklükte bir fontta yazılsa  800 sayfayı rahatlıkla bulabilir. Böyle düşününce zaten okuduğum 300 sayfa ile 518 sayfayı devirmiş oluyorum. Tamamını okumuş sayılırım. İçim rahat.

Peki Nobel ödülü almış bu kitabı, daha doğrusu yazarı, (dip not: nobel edebiyat ödülü esere değil yazarlara verilir.) neden yarım bıraktım? Şimdi de yazarı yarım bırakmış gibi oldu. Anlatım bozukluğu yapmamak için daha detaylı düşünmek lazım. Ancak buna ayıracak zamanım yok. Siz olayı anladınız işte, adama nobel ödülü vermişler ama kitabını okuyamadım. Sanat filmleri bazen hoşa gitmez, halk anlamaz ya öyle düşünelim. (Elitist miyim neyim). İşte kitabı neden bitiremedim, neden yarım bıraktım bunu eminim siz de merak ettiniz. Halen okuyorsanız zaten ya çok sabırlısınız ya da prensip sahibisiniz ve başladığınız işi bitirmek istiyorsunuz ya da belki de sadece merak içerisindesiniz. Hangi psikolojik faktör bu yazıyı okumaya sizi motive ediyor da hala okuyorsunuz sanırım orası patopsikolojinin konusuna girer, ben bilemem.

Şimdi farkettim yukarıda "Bunu eminim siz de merak ettiniz" demişim. Siz de derken de'yi ayrı yazmışım. De da yazımı konusunda özürünüz yoksa buradan kitabı yarım bırakma sebebimi bilmediğim gibi bir sonuca varabilirsiniz. O kadar da bilinçsiz bir okuyucu olmadığımı belirtmek isterim. Benim bilinç seviyem hakkında peşin yargıya varmamak için daha önceki kitap yorumlarımın "ne kadar da aklı başında" "ne kadar da muhteşem" olduklarına bakabilirsiniz. Ya da bu laf kalabalığı nereye varacak acaba diye merak edip okumaya devam ederseniz de sanırım sonunda anlayabileceksiniz. Burada bıraksanız da saygı duyarım.

Kitabı belki de burdaki yorumlara rağmen alıp okumak bile isteyeceksiniz. Sonuçta kitap okumak kişiye özel bir deneyimdir. Belki de siz okusanız bu kitabı benim görmediğim noktaları görür, benim sevmediğim noktaları seversiniz. Sonuçta sevmek de göreli bir kavramdır. Bana göre güzel bir şeyin size göre de güzel olması beklenemez. Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi gerekmez.

Lafı çok uzattım. Neden uzattığımı merak ettiniz sanırım. Kafayı yedi bu adam diye de düşünmüş olabilirsiniz.
Bu laf kalabalığına çenemden çok klavye üzerinde parmaklarım çalıştığından  "parmak gevezeliği" denebilir sanırım, bir kere gevezeliğe başlayınca duramıyor insan. Sadede gelecek olursam,  kitabı yarım bırakmamda, okuduğum 300 (harfle: üçyüz) sayfasında yukarıdakine benzer laf kalabalıklarının varlığı etkili oldu diyebilirim. Neler hissettiğimi anlatmak için ben de laf kalabalığı yapayım dedim biraz kusura bakmayın. Ancak ben yine insaflıyım küçücük karakterlerle yazılmış 518 sayfa laf kalabalığını kafa hiç kaldırmıyor. Belki ben de uzatsam bana da nobel verirlerdi bilemiyorum. Halen uzattığımı farkındayım. Ancak nobelde gözümün olmadığının da bilinmesini isterim. Gerçi parası da iyi diyolar... Tamam tamam sustum...

Dili akıcı olmasına akıcı ancak olay örgüsü zayıf bir kitabı da sırf karakterin aklından geçen hastalıklı düşünceleri merak ederek okumak pek mümkün olmuyor. Olay desen yok. Bir ev, bir apartman, bir adam, kitapları, hizmetçi ve daha sonra karısı, karısının kolalı eteği... Hikaye böyle bunlar etrafından dönüyor. Ne kadar çevirebilirsin ki bu hikayeyi zaten. Hayır Dostoyevski olsan belki. O bile zorlanırdı. Sonuçta Suç ve Ceza'da bile Raskolnikov boş durmuyor. Aksiyon var cinayet var entrika var. Bunda ne var. İşte adam kitaplarla konuşuyor. Yanlışlıkla karısının üzerine yatıyor onu hırsız sanıyor. Vay efendim kitapların komutanıyım ben diyor. Baştan yanlış başlamış bence, olay örgüsünü oturtsaymış iyiymiş.

Suç ve Ceza'yı, Oblomov'u ya da Don Kişot'u okumamış olsam bu kitabı sevebilirdim belki de. Körleşmede hepsinden bir parça var çünkü. Ancak asla onlar kadar başarılı değil. İçerdiği psikolojik çıkarsamalar ve karakterin ruh halleri Suç ve Ceza'yı, Kien'in tembelliği ve münzeviliği Oblomov'u, kendini kitaplarının komutanı olarak görmesi, onlarla konuşması yel değirmenlerine savaş açan Don Kişot'u hatırlattı bana.

Zaten Suç ve Ceza'yı okuduktan sonra sanırım benzer yapıda psikolojik unsurlar içeren hiç bir kitaptan aynı zevki alamayacağım. Okumadınızsa onu şiddetle tavsiye ederim. Ya da Körleşmeyi okuyacağınıza Oblomov'u okuyun bence.

Burdan Talim Terbiye Kurulunu terbiyeye davet ediyorum yani göreve çağırıyorum. Nasıl ki Yunus Emre'nin şiirlerinin "alınmak istenen mesaj alınmıştır" deyip bazı dizelerini kırptılar, Körleşme de 100 sayfaya rahatlıkla indirilebilir. Mesaj belli; adam (Kien) toplumdan kopmuş entellektüel birikimini yapmış ama kendine yapmış. Vatana millete bir faydası olmamış.Yazık.
Okuduğum sayfalarda özetle bunu anlatmak istemiş.  gerisi hikaye.

Zamanınız ve sabrınız çoksa alın okuyun.
Bir Not: Dünyada çok daha güzel kitaplar var.
3/10